Altın kalem kağıda döklünce, kağıt kalemden daha değerlenir.

28 Temmuz 2011 Perşembe

BEN SADECE YAĞMURUN YAĞMASINI İSTEDİM

     
      Ben sadece yağmurun yağmasını istedim, güneşin kızıp üzüldüldüğünü ve ağladığını hiç düşünmedim. Yağmur nasıl yağardı? Bulutlar atmosfer... Ben hiç bilmedim güneşin insanlara kızıp onları terk ettiğini, küçük çocuk gibi küsüp bulutların arkasına gizlendiğini, hüngür hüngür ağladığını bilemedim... Her hıçkırığında göklerin gürlediğini sandım, her gözyaşını bizi bizden arındıran şu kirlenmiş dünyayı bir nebze yıkayan birer damla yağmur olduğunu sandım... Ama küçükken biliyordum ben büyüyünce böyle öğretmiyorlar mıydı? Büyüdükçe her doğru sandığımızın aslında birer yalandan ibaret olduğunu öğretmediler mi hep? Ya da bizler öğrendik denmeli…
     Yine çocukken olduğu gibi şimdi bir kez daha anladım... Güneş ağladığında kararan o bulutların güneşin gözyaşına bulanmış elbiseleri olduğunu... Yağan her damlanın neden bu kadar hırçın olduğunu... Sessiz başlayan bir yağmurun neden sonradan birden hızlandığını ve yine sığlaşıp durduğunu... Tıpkı bir çocuktu güneş... Çocukken ne zaman ağlasam yağmur yağar sanırdım bir yerlerde. Hiç bilmediğim bir yerde hiç bilmediğim insanları mutlu edecek olan birkaç damla yağmurun yağdığını sanırdım... Önce sessiz başlardım ağlamaya, sonra en üst noktaya bağıra, hıçkıra hıçkıra çıkardım... Tıpkı asileşen yağmur gibi... Yavaş yavaş yorulurdum ağlamaktan ve az önce ağladığım şeyler içimde küçük çamurlar yaratırdı. İlerde kurusa bile hep kalacak olan... Ama hiç bir zaman onu yıkayacak bir yağmur olmayan. Sonra ya uyuya kalırdım yorgunluktan ya da bayılırdım kendimce. Aslında bayılmazdım sadece bayılmak için bin kere dua ederdim. Bayılırsam her şey bitecek, tüm acılarım dinecek sanırdım çocukça... Ağlamaktan yorulduğumda artık her şeyi teslim etmiş olduğumu ve verecek hiçbir şeyimin kalamadığını düşünürdüm. Ne bir tebessüm, ne bir duygu ne bir düşünce, ne bir kendindelik... Her şeyini yitirmiş görevi sonlanmış bir kuru çiçek gibi hissederdim... Bayılmak benim için bu yüzden hep bir kurtuluştu. Nihayetinde verebileceğim tek bir şey kalmıştı: nefesim… Ama ölmekten de korkardım ben. Her ne kadar çocuk aklımla ölmek için dua etsem de o küçücük bedendeki büyük gururumun maşasıydı bu. Sadece bana acı çektirenlere birer ceza olmasını düşündüğüm içindi. Ama bize anlatılan ölüm o kadar kötü gelirdi ki bir anda gurur denen içimdeki rehbere yediremeden bir yandan da ölmemeyi isterdi bir tarafım. O yüzden hep ölmek için değil bayılmak için isteklerde bulunurdum.
       İnsanlar mutlu olduğunda yanlarında bizim hiç görmediğimiz renkli balonların oluşup büyüdüğünü sandım yıllarca. Belki de hala böyle düşünmekten vazgeçmemişimdir. Mutlu olduklarında boyu büyüyen kalp, çiçek, kelebek iyi olan ya da o masallarda bize anlatılan imgelerden renkli balonlar... Ama mutsuz olduklarında, üzüldüklerinde, kırıldıklarından bir iğne ile delinmiş ve havası bir daha mutlu olana dek boşalmakta olan balonlar... Bazı insanlarınki tamamen boşalmış ve bir daha hiç şişmemiş, kimisininki anında müdahaleye uğramış, kimisinin balonu onu terk edip gökyüzüne yükselmiş ve kimisininki de deliğine bir bant yapıştırılmış... Sahte mutluluklarla, kendilerini avutarak balonlarına yamalar yapmışlar. onlarınkisi çirkin artık. Renkleri o bantlardan görünmez olmuş. Ben balonumu hep o gökyüzüne kaçmışlardan varsaydım.
      Geceleri yıldızları izledim evet... Onlara balonumu sordum yıllarca. Her gece yatmadan onlarla konuştum. Bir yıldızım vardı beni terk etmeyen. Hep aynı yerinde beni bekleyen… En iyi dostumdu o benim. Günlüklerimde adı geçen tek yıldızım. Şiirlerime konu olan ve birilerini ona benzettiğim tek yıldızım... Onunla konuşup balonumu bulmasını rica ederdim. Çünkü onun da yıldızımın olduğu kadar yükseklerde beni aradığını bilirdim. Belki saçma belki sapan ama o yıldızla konuşmak belki de çocuk ruhumun rahatlamasını, bir nebze mutlu olmasını, huzur bulmasını sağlıyordu. Güneşin olduğu vakitleri kötü geçen biri nasıl olur da güneşi yıldızdan çok severdi ki zaten. O yüzden ben hep yağmur yağsın istedim. Güneş de artık benim gibi ağlasın istedim. Bana yaşattıklarından sonra tıpkı benim gibi saklanıp odasının bir köşesinde hep ağlasın istedim. Buluttan elbiseleriyle kızarmış gözlerini saklasın istedim. Gök gürültüleriyle burnunu çeksin istedim... İçimdeki o yetişkin gurur bunun olmasını istiyordu ya da bana istetiyordu. Yıldızımla konuştuğumda ona yatmadan ufacık tebessüm ederdim küçük oda camımdan. Bu tebessüm ona ulaşıp her gün biraz daha onu parlatırdı gözümde. Belki de yüreğimin bir köşesinde saklı kalmış ama karanlıkta görülemeyen o güneşimi de parlatmaya başladı ben fark etmeden. Çoğu kez kendimle konuşuyorum sandılar. Dinlemeye başladılar ama kaçtım. O soğuk gecelerde bile balkonun soğuk zemini üzerinde küçük ayaklarımın sesi duyuluyordu ıssız gecelerde. Yıldızımla konuşup öyle giderdim yatağıma. Hasta olmadım değil bu yüzden. Ama hasta yatağımda bile onunla her şeye rağmen konuşmaktan hasta olduğumu bilsem de ona hep tebessüm ettim. Gözlerimi kapadığımda bazı rüyalarda yıldızlı bir gökyüzünün altında başım kollarımın üzerinde yine onca yıldız arasından onunla konuştuğumu görürdüm.
       Her yıldız birer insanmış gökyüzünde... Bunu öğrendiğimde yıllarca belki de kendi yıldızımla konuştuğumu düşündüm. Daha da sevindim buna. Çünkü o da benim gibiydi. Ufacık yaşına bakmadan baş kaldırabiliyordu her şeye ve benim gibi gururunun maşası olmuştu aslında hiç fark etmeden. Ama yine de beni en iyi anlayabilecek olanın yine ben olduğunu düşünmek sevinç veriyordu bana belki de şanslı olduğumu hissettiriyordu.
      Yine bir yaz gecesi dolunay tam da odama bir gece lambası gibi vururken koştum yıldızımla konuşmaya...  Günlük yakınmalarımı, ona yapması ve yapmaması gerekenleri anlatmak için. Bundan sonra almamız gereken kararları almamız için. Bundan böyle gurur denen o mızıkçıyı oyunumuzdan çıkarmamız için... Ona baktım, yıllarca masum tebessümlerimle, ne kadar ağlamaktan kızarmış ve açılmaya gücü kalmamış olan gözlerimle bile ettiğim tebessümlerle onca yıl nasıl da parladığını gördüm. Belki de bu gece içimde bir yerlerde yıldızım gibi parlamaya başlayan güneşimin karanlığın ortasında nasıl da parladığını ilk kez fark edecektim onunla. Ona her zamanki tebessümümü ettim. Sanırım o da bana gülümsüyordu. Ama sonra aniden kaymaya başladı. Asil bir insanın yerinden doğrulması gibi… Nazik ve kibarca kaymaya başladı gözlerimin önünde. O kadar güzel görünüyordu ki içimden ona hiç kızamadım bile. Belki de alması gereken son tebessümdü bu dudaklarımdan ve kayarken parlamasına yarayacak olan o son tebessüm... Ve onun için ilk defa dökülen son damlaydı gözümden. O kayarken dilek tutmak zor geldi aklıma ama onca yıl çaba sarf ettiğim bir tek dostumun kayışına acımasızca kendi dileğimi koymak canice geldi. Sonrasında tam tersi yıldızımın aslında bunun için bana bir fırsat olsun diye kaydığını düşünerek tuttum dileğimi...
        Her insan bir yıldızdı gökte. Hani bu bendim ve eğer kayıyorsa nefesi sonlanan tek o olmamalıydı herhalde. Ama tuttuğum dilek benim içindi ve kayan yıldız da benimdi... Buna hiç bir zaman cevap veremedim ama o gece kayan yıldız tam da benim dostumdu. Buna emindim. Kendine yakışır endamı ve parlaklığıyla gözlerimden kaymış ve yaşamının sonunda kendini benim için feda etmişti. Onu yakalamak, tutmak ve bir kavanozda saklamak isterdim o güneşe inat. Ellerimi uzattım... Ama o çoktan yok olmuştu bile... Kaymış yıldızların arasında başka bir atmosferde başka bir geceyi aydınlatıyordu. Başka bir çocuğun tebessümleriyle tekrar parlayacak ve onun da kalbinde bir güneşi parlatacaktı. O gün vazgeçtim artık kaybolmuş balonumdan. Yıldızım bile onu bulamamıştı ki ben bulayım. O çoktan benim olmaktan çıkmıştı bile. Belki de o da çoktan ipi ellerine kelepçe gibi bağlanmış bir çocuğundu artık. Beni terk eden balonum artık özgür değildi... Zaten bunu istemiyor muydum, bana ihanet etmişti o ve beni terk etmişti şimdi tutsak olma sırası ondaydı... Yıldızım kaymış, balonum kaybolmuştu... Peki ya şimdi kaybedebilecek neyim vardı benim? Asıl şimdi neyim vardı? Gözlerimi gecenin ve başka yıldızların altında kaparken gördüm içimde parlayan o şeyi. Neydi o? bir yıldız mı? Hayır, hayır bir güneşti bu... Tam da karanlık olan köşemi aydınlatan bir güneş… İyi ama ben yıllarca onun acı çekmesini, ağlamasını istemişken nerden gelip de yüreğimin bir köşesine yerleşivermişti ki? ben kötüydüm,onu hiç sevmedim ama o neden şimdi buradaydı.?.... Anlaşılan yıldızım kaymadan önce benim için bir şeyler daha yapmıştı benden habersiz. Hiç görmediğim ve yıllar önce yüreğimin küçük, karanlık ve o rutubet kokan odasına kilitlediğim güneşimi parlatmıştı yeniden. Hem de tam onu kaybetmişken yerini alması için bir gelin gibi süslemişti... Şimdi ne mi istiyorum… Evet, hala onun ağlamasını istiyorum... Ama bu kez içimdeki gurur için değil bilakis benim için ağlamasını istiyorum... Yüreğimdeki kurumuş onca çamuru temizlesin diye, geçmişten kalan her şeyi gözyaşlarının saflığıyla yıkasın, temizlesin diye... Ve bana yeniden huzur vermesi ve kayıp balonumun yerine yepyenisini, capcanlı renklisini koymam için...
      Evet, yine ben sadece yağmurun yağmasını istedim. Bu kez içimdeki güneş ağlasın istedim. Sonra bir daha asla beni bırakmadan hep kayan yıldızım olsun istedim... Ben aslında herkese inat hep o yıldızım, hep o güneşim olmayı istedim... Belki de yaşama bir gökkuşağı olmayı, ya da bir dileklik yaşam olmayı istedim bile bile...
                                     .............Efsûnkâr...............

GELEMEM İSTANBUL


İstanbul ulaşılmaz bir güzellik,
Her esintisinde farklı bir şenlik
Her köşesi apayrı bir seyirlik
NE KADAR GÜZELSİN AH İSTANBUL!  

Bulutlarıyla çıkmıştım Ayasofya'nın kubbesine,
Dalgalarıyla savrulmuştum Kız Kulesi'ne
Öyle bir vurulmuştum ki boğazına
BEN BİR TEK SANA YANDIM,AH İSTANBUL! 

Gece yıldızlarınla koştum Topkapı'ya,
Sonra geri döndüm bir mutlulukla
Sorma gitsin şu üç günlük dünya
ONU DA YAŞADIM SENDE, AH İSTANBUL!

 Güneşin doğuşunu sende gördüm,
Onu görüp ölen kardeleni de,
O berrak çarşaflarının mavisini de,
HEPSİNİ GÖRDÜM,YAŞADIM AH İSTANBUL!

 Her sabah surlarının ardından kızıl sultanını izledim
Martılarına simitleri ben attım,
Kaldırım taşlarında da ben yattım
SENİ BEN HEP İÇİME GİZLEDİM AH İSTANBUL! 

Sen ki uğruna şiirler yazılan
Sen ki tüm şehirleri kıskandıran,
Uğruna şair olunan şehir...
BAK BENİ DE ŞAİR YAPTIN,AH İSTANBUL!

 Sen tek başına sultanlar barındıran bir saltanatsın,
Yakışır o kendini beğenmişliğin,
Yakışır kendinden taviz vermeyişin,
BENİ DE KENDİNE BENZETTİN, AH İSTANBUL! 

Senin ağaçlarının altında gördüm hayatı,
Senin sokaklarında tanıdım aşkı
Yine sana verdim son varlığımı,
SON NEFESİMİ DE SANA VERECEĞİM AH İSTANBUL! 

Güller kokladım kokularını bile bile
Şiirler yazdım sessizce...
Aşık oldum sonunu göre göre
BEN BİR TEK SENİ SEVDİM,AH İSTANBUL! 

Madem bırakacaktın neden aldattın?
Bir verdin,hep bin aldın
Sen benim güvenimi sarstın
BEN BİR TEK SANA KANDIM,AH İSTANBUL! 

Saat tıkırtısında uyandım seni düşlerken,
İçim burkuldu sessizce uyanırken,
Bir de bilsen şu gurbet varken,
ELİM AYAĞIM TUTMAZ OLDU,AH İSTANBUL! 

Aklımda yine sen vardın...
Yüreğimde beni çağıran haykırışların...
Her gece uyanıp da gördüğüm o yaşlarım...
Gelemem be İstanbul, gelemem ben...
Çünkü bilirim seni terkedenleri hiç affetmezsin sen...

                     ........Efsûnkâr.........

YAŞAM DENİZİ


Sevmek istiyorum, sonunu bilmeden
Yaşamak istiyorum, geleceği görmeden
Yaşalanmak istiyorum, daha seni kaybetmeden
Ölmek istiyorum, henüz sen ölmeden...

Yaşam denizinde birer gemiyiz
Yüzümüze çarpan dalgalar eskitti bizi
Esen rüzgarlar avuttu yüreğimizi
Doğan güneş ısıttı içimizi

Çok limana demir attık oysa
Şu bitmez, uzun yoluluğumuzda
Yaşananlar ne kadar hoşsa da
Demir almak da zormuş her limanda

Denizin ortasındayız
Ses yok, kara yok, hedef yok
Bir anlık durulduk şu dünyada
Yağmurlar boşandı gözlerden o anda

Büyük rüzgarlar çıktı sözcüklerden
Çok yaş aktı puslu gözlerden
Bir Güneş doğamadı şu denizden
Ufuk, akşam kızıllığına büründü yeniden

Yağmurdan sonra doğar gökkuşağı
Acıdan sonra yeşerir toprak
Eğildikten sonra açar güller
Fırtınadan sonra başlar aşklar

İşte şimdi denizin sarhoşluğuyla
Mehtabın tatlı aşkıyla
Suyun sessiz hıçkırıklarıyla
Son limana varma vaktidir

Belki Güneş'in maviliklerde yıkanışını
Ay'ın siyah atlastaki, inci gibi parıldayışını
Bulutların tatlı didişmelerini
Beyaz gelinlikli mavileri, bir daha göremeyeceğim
Hiç birini özlemem inan
Seni özleyeceğim kadar
Söz, Güneş'in doğmasını bile istemem gecelerde
Sen ruhuma doğamzsan eğer,
Yaşam denizinden ayrılmaya da rağzıyım
Sen de o adaya benimle gelirsen eğer,
Seni sonsuza dek sevmeye de rağzıyım
Sen o denizde bensiz boğulmazsan eğer...

Şimdi vakit seher
Ölüm meleği, beni bekler
Ellerimde tuttuğum bu çiçekler
Benden sonra yine beni süsler
Ama bu kırmızı güller
Seni bana hep hatırlatmak için güzeller
Nerede olursa olsun, birdir âşık gönüller...
Bana hep senin adını zikreder
Bu derin uykumdan kalkamazsam eğer...

.......Efsûnkâr.....

19 Temmuz 2011 Salı

NE ZAMANMIŞ AMA (!)

 
    Ne dün var ne bugün ne de yarın... Sadece işleyen bir saat ve almış başını giden bir zaman var hayatımızda. İnsan yaşadıkça öğreniyor elbette. Ne yarın için plan yapabilirsiniz ne de geçmiş için geçmiş diyebilirsiniz. Ne kadar geçmişin adını ansanız o kadar onu bugüne taşımış olursunuz... O aslında hiç geçmemiştir ki... Hâlâ kapınızı tırmalayan, eşiğinizde yatan bir varlık olmuştur artık. Ona hayır diyebilmek varken biz hep evde olmayı seçeriz ona ithafen... Evde bulunduktan sonra "evde yokum" demek çok mu mantıklıdır? İşte geçmişi anarken de "artık ben değiştim, -geçmiş'e- bakmam" demek...? 
    Zaman her an geçerken, belki de bu satırları dahi okurken bile artık çoktan o geçmişe karıştıysa, bugün kavramı var mıdır? Bugün için plan kurarken aslıda geleceği anmıyor muyuzdur? Ya yarın mı? Yarın neler olacağını kestiremediğimiz sadece olabileceğini düşündüğümüz bir zaman dilimine ne kadar da alışmışız bizler... Şimdi insanoğlu görmediği hiçbir şeye inanmaz olmuş. Elbette bir ilacın etkisini görmeden neye yaradığını bilemez sadece tahmin edebilirsiniz. Bizler de yarını hep böyle algılamadık mı? Aslında geçmişte kalmış ve geçmişteki yarınımız olan günlere benzetiyoruz ve yarının da ondan farksız olmayacağını biliyoruz. Farksız derken bambaşka şeyler yaşayabilirsiniz elbette... Sadece bugünden sonra gelen gün yarındır bizler için. Tıpkı dün, bugün için söylediğimiz şeyler gibi. Öyleyse bugün de bi yarın, aynı zamanda bugün de bir dün... Nerede yanlış? Ezberci biz insanoğlunda mı? Sadece olabileceğine kesin inandıklarımıza bağlandık. Onu hep eskilere benzettik ve bunun da onun gibi olmasını bekledik hep... Ya olmazsa yoktu ki ? Bugünde geçmişe takıldık, yarını düşündük... Ne önemi vardı ki sanki? Bir türlü yaşayamadık şöyle ağzımızın tadıyla önüne geldiği gibi... Sonra da dem vurduk hayattan. Çoğu zaman suçuluyu, asıl katili zaman ilan ettik. Aslında o sadece köşede bizi izleyip hep güldü... Başta da ne demiştik... Ne dün, ne bugün, ne de yarın var aslında... Sadece tik taklarını duyduğumuz bir zaman var geçmekte olan. O zaman daha neyi zorluyoruz ki bahane bulmak için... Önümüze geldiği gibi yaşamayı bir becerebilsek... İşte asıl o zaman dert mi kalıyor tasa mı bakalım? Kısacası "Bırak inceldiği yerden kopsun, en azından keşkelerin kapı tıklatmasını duymaz, MUTLU yaşarsın..."

                                                 ........... Efsûnkâr.............

18 Temmuz 2011 Pazartesi

GAZEL 7


Madde içünde hâmız-ı hall harsına azrar
Batir nefse cesed gılaf-ı seyfine zarar

Müjganı dil-i pür-ateşi hebibettikçe
Bu zevi-l ervah hapsolur ona azar azar

Kirâmen ve Kâtibin ber dûşunda dururmuş
Efsûnkâr iktiham etmez buna bile kızar

Aşk begayeddikçe ağraz-ı dünyeviyede
Cehli basittir zaten kalp cedesini kazar

Bedr beva’ olur ki onun içün her leyl arşa
Dürr-i cânım da onu ham-ı zülfüne takar

Aşk-ı Eflâtuni nevfelde olsa ne yazar
Bu kalb-i nâ-şâd o abın içünde de yanar

Vakad olduğu harike dal olmuş dil-i zâr
Harkoldukça igdidandır ramaddıkça kanar

Bütün betyablar bu cesede uvzolmuş emma
Sevda ruha bile günciden olmaz da taşar

Dil-i divane hebtolmuş gusn-i meksuruna
Çisan elhal teyeffündür de o bile şaşar

Bülbül-i nâlân hatme-i enfasmış didiler
Meger Efsûnkâr elhal cihanda her dem yaşar

Âtiş kalmışam nahib olmaktan aşk çölünde
Can nevfeli necah içün cihanları aşar

Cam-ı seher ûful olsa bile ruz nefd olmaz
Ahuy-i simin cenânda mihr gibi hep doğar

Vasl ruz-i cezayaymış bu bedbaht tecellide
Çünkü cam-ı sher ancak o ruz aksten doğar

                                   ……… Efsûnkâr……….

GAZEL 6


O canşikâr Leyli deherine hıla’ yapmış
Bunun içün o cam-ı seher işrak olmazmış

Hased eylerem ismidi men yârim olsa da
Menim lalemi istizansız çisan boyarmış

Bâd lebine bir buse kondurmuş uykusunda
Bu cesed o bâd içünde savrulup sızlanmış

O müjganı müşebbek olmuş cümle yârana
İçünde bir tek Efsûnkâr’ı kısılıp kalmış

Avend-i Ayşı o dildâra bezlettim çokça
O alus bu âlemimde mene son vedaymış

Meger yek ahterdim bu Kubbe-i Ulyâda
Arzusu içün de gams olup arşa saçılmış

Nefh-i Sur oluyor ağraz-ı dünyeviyede
O maşuğun akiresi gûşumu tıkamış

Canın aşk-ı eflatunisi ömrümde elem
Cenânımda gamlı yaslı birkaç kelâmmış

Hâme-i zerrinimden kâgaza dökülenler
Asıl o kelâm-ı leziz menim can sazımmış

Ne besatin-i cinan ne de arusan-ı huld
Asıl cenân asaleten cedesini kazmış

Aşk-i Hakikiyi derkettiğimde mevt oldum
Mecnununkiler aslın yanında sözde lafmış

Ahuy-i siminin yek kelâm-ı lezizine
Bu biçare can çereg çeşmaneye her dem kanmış

O pervane cetsen etmiş mumun âteşine
Harika-i Sevdayı mumun âteşi sanmış

Kalbimdeki sevda safmış fegane kadar
Ateşe cetsen eden gönl-i Efsûnkâr safmış

Mevt değil dâğ-ı dildir hâlâ kanar da kanar
İlkin harika-i savdada dâğ-ı dil yanmış

Meger talanmış sahn-ı gülşenim ruhiyemde
Cam-ı seherin pertev-i mihrine aldanmış

Alem yalanmış ağraz-ı dünyeviye gibi
Efsûnkâr gizli âşkta zaten her dem yalanmış…

                               .......... Efsûnkâr...........

GAZEL 5


Berfi sukbedermiş kardelen, cebeli sukbedermiş mecnunlar
Efsûnkâr âlemi tecvileder onun yek ham-ı zülfü içün buna şaşar

Hârika-i sevdayı ab-ı Kevser ıhmad eder mi
Acibe ateş dâr-ül ikabda, ab-ı Kevser abed-ül âbâdda akar

Garam bezeyse Efsûnkâr’dır facir
Varsın atid olsun o ahu emma asıl odur füccar

Alemi gisusu içüne delsetmişler o dilberin
Bennesi bedmestmiş tüm fânileri o anber nisar

Atkedin meni de cezzedeyim hepsinü
Hankolsun bu âlem o anber nisarın bennesini nüşkettikçe azar azar

Hâme-i zerrin olmuşam mal-i hulya eline
Kâgaz bile feryad eder de sonra elemimden susar

Bedidde begare oldum Kayslara
Kabristanda oldum Leylalara ateş-i bahar

Cesed bevgada çeçek ibrinşak olsun ne fayda
Ab-ı aşk onu iska etmedikten sonra solar

Ab-ı bade reng hazbettiğinde küştar Efsûnkâr’ı
Yevm-i nahrda arza şahbolup mal-i uhrevi oldu ızdıraplar

Hunük ki mene Ruz-i Ceza’da
O cerimi men münakaledince ceniverde olacağım bahtiyar…

                                        …………Efsûnkâr………..

GAZEL 4


Akama temaruz etmişim acizane
Tabibim de mi temaruzdur da cey’etmez engiştaline

Meger ne besatin-i cinan ne de arusan-ı huld
Ale-l kifayeydi o canşikârdan yek hande afifâne

Halet-i ruhiyem betvediyor mu cehl-i mürekkebim
Yoksa dudhar olup tayruretti mi akurâne

Hıvanımda aşem denie
Cenânda da o ârâm-ı cân kemine

Hayye de teessür etme elemine Efsûnkâr’ın
O ciğer gûşe hayleylesin hâlâ bu elemi na-merbutane

Ömr-ü hazinimin riştesini derd-dest etmiş celbediyor
Müjganı kâz olmuş cezzetmek içün rasad ahyanen

Men ak idüm
Ehva içünde elemi istilanettim abidane

Men hafiye idüm
O maşuğun basiasının ahlesinde bezm-i aşkı akılane

Kubbe-i ulyâda celzeden yek ahter-i dûnbâle-dar
Emma niçün begayeder o ahter-gû gamsı gaddarane

Arzu içün hatf olmak asksa
Varsın o ahuy-i simin arzulasın garamı men olaram meyyitâne..

                                            ……….Efsûnkâr………..

GAZEL 3



Âşk-ı Eflâtuni bahr-i muhit-i kebir içünde
O dildarın yek kare-i mehrine havbım men olmak içün ab-hurde

Behkeleye leyt içün
Her eyyam cenânı i’tak eylerem asmana ale-s-seherde

Âlemeyn o canan içün dehr asyeder
Onun içün men hatme-i enfas olurum bu dünyeviyede

Eyyubi der ki yel leylliğine Mevlevi olmak
Efsunkâr da der ki yek leylliğine aşık olmak bu dünyeviyede

Mahaz çekti halet-i ruhiyem içünde bu cesedin
Acibedir ki viladet hâb-ı câvide

O aftab haftolsun eger menim olmazsa
Emma men de haftolayım ya âhâd-ı nâs bakyederse Meydân-ı mahşerde

Ferişteyse tayiredip hebt olsa cenânıma
Olmaz dâ-ül kalb gişimde

Hüre-i mükellefedir artık o
Men olsam da asim azabı da kalmaz mende

--------------------------------------------------------------
Besatin-i cinan   /   yek     /   besbase  /   idüm
Yek                   / garam   /    bâdı       /   neecetti

Besbase           /  bâdı      /  ceddetti   / cenânda
İdüm              /  neecetti  /cenânda    / bâd-ı semüm 

(son 2 beyit satır olarak okunduğunda da sütun olarak okunduğunda da aynıdır.)

                                                                  ....Efsûnkâr.....

GAZEL 2

 
 
O afitabın kallinde berhûd idim men
Basiasından efek eyledikçe arza harrolup şea oldum men

O dürr-i cân a’yünümde ab-ı bâde-reng idi
Irtırmasın begayederken onu huturettikçe hemlolup oldu bir ab-ı zen

O amid hâlet-i ruhiye cenanda mahfi
Bâbını galkettikçe hemana menfetti tüm bûnyanlar adeden

Havllar menfeddiğinde came-i hayatı beskederken
Ey dildar sen niçün delec etmedin bu cenandan adeten

Efsunkâri a’yün ile alus eylediğinde
Efsunkâr abdiyet eyler ona a’yen

Abid nefsettim alaz begayettim
Hârika-i sevdâdan oldu dâd-ı dilde afen

Harikâ-i sevdâ ehramında nevş-ü nemayettim
Mahaz hufuk eylediğinde hış’a men

Bu agsem berf-alûdolmuş, cam-ı seher işrakediyor halet-i ruhiyeme
Melek’ül mevt beht eylemesin bu canı var mende a’mâl-i hasen

Azifede müncerredeceğim o can hafiyesini
Ona istifham-ı aninnefyedeceğim “ Eyne, dâd-ı dilimin beyarişi acilen?”   

Yek akaret dide idi menimkiler
An-ı vahid oldu abrem elemlerime abisten…

                                                              .....Efsûnkâr....
  


16 Temmuz 2011 Cumartesi

GAZEL _1


O cânân ağrâz-ı dünyeviye içün
Bedbaht eyledi beni her dem niçün

Cânânın o kadd-i müstesnası lâleveş durur
Her istişmamında hufûk eyler cidime bî-çün

Ateş-i gam yine adem-i âbadda hedr olur
Begayeddikçe bûy-ı gül râm eder verir hüzün

Nâm u şânını dillendirirken her ahrûfunda
Bin kez ba’sü ba’del mevt üflerem yine de sûrün

Eger o mene bir kez alûs eylese akl u fikr
Darb olur seng-i musallada görülür cesedün

Dil yevmen fe yevmen sahra-yi gamda yaraludur
Driga yedd-i felekten ki dil gamlandı bütün

İtminân-ı kalb idim dilin cihâd-ı ekberine
Esâtirde müsab yanında var imiş hep zebün

Men efsûnkârem mende aşk nimet gam lezzet durur
Bâd oldu elezz-i dünya dil zira aşkdadır çün

Ahû-yi sîmin menim ecel-i müsemmam imiş
Cennatün-naim içre bekâ-i dünyeviye azmün

Bir niday eylese o sîm-ten yâr ey Efsûnkâr
Bu cânımı cân-ı efşân eylerem anın içün

….. Efsûnkâr…..

BİTMEMİŞ RESİM

                                                 
    Dünyaya gözlerini açtığında henüz adını bilmediği bir kutunun içinde, seslerden uzaktaydı. Etrafından bazen insanlar geçiyor ama ne yaptıkları hakkında hiçbir fikri yoktu. Sadece biri ona yaklaşıp onu kutudan çıkardığında adını yine bilmediği bir duygu hissediyordu: Rahatlık, huzur ve güven…
        O yılları hatırlamıyor olabilirdi fakat hâlâ farklı bir yaşam sürdüğü söylenemezdi. Etrafındaki insanları izlemekten müthiş bir zevk duyuyordu. Kendince bunları yorumlayıp zihninde sözcüklere çeviriyordu. Yaşadığı ortam bunu gerektiriyor da denebilirdi. Bir şeyler söylemek istiyordu ama hissettiklerinin hangi kelimelere tekabül ettiğini bilmiyor, sadece duygularını kendi sesleri ile ifade ediyordu. Ama herkesten daha güzel bir yeteneği vardı. Herkesin kendini ifade edişinden farklı çok güzel resim çizebiliyordu. Gördüğü her şeyi mükemmel bir şekilde resmediyordu. Duygularını bile…
        Büyüdükçe sorunlarının farkına varıyordu. Duyamadıkları artık sorun olmaya başlamıştı. Ama o buna aldırış etmiyordu. En sevdiği şey yağmur yağarken camdan yağmurun yağışını ve gelip geçenleri izlemekti. Ara sıra gökyüzüne bakıp kuşları seyre dalmaktı. Onların yerinde olmak ve tüm sorunlarından kurtulmak istiyordu.
      Hayatında yaşayabileceği en kötü olayı yaşıyordu sanki… İçinde ilk kez duyduğu bir heyecan vardı… Onu gördüğünde ne yapacağını bilemiyor, eli ayağına dolaşıyordu. Ama hiçbir şey yapamıyordu. İşte bu ona çok ağır geliyordu. Bir gün artık bu duygularını ifade etmeye karar verdiğinde tüm gün camın önünden ayrılmadı. Küçük, renkli notlar hazırladı. Notların hepsi çok farklı resimlerden oluşuyordu. Kimisinde o vardı, kimisinde kendi… Notları cama birer birer yapıştırdı. Onun gelme saatiydi. Geldi… Ama cama bakmadan öylece geçip gitti. Sinirlenip tüm notları buruşturdu ve camdan dışarı attı. Notlar rüzgârda öylece savruldu. Diğer günler odasına kimseyi almadı. Hareketsizce yatağında yattı…
        O ise yolda yürürken yerde bir resme rastladı. Resim profesyonelce çizilmiş, cam fanus içinde gözleri kapalı bir kız ve dışında ona ulaşmaya çalışan bir adam. O buna aldırış etmeden öylece yoluna devam etti.
       Tam her şeyden vazgeçmişti ki onu yine görünce yapamadı, dayanamadı… Nihayetinde bu onun suçu değildi. Yeniden notlar hazırladı ve bu kez bu notları ona salladı çırpınırcasına ve nihayet dikkatini çekmeyi başarabilmişti. O ne olduğunu anlamadan bakarken kendisi notları bir bir gösterdi.  Karşısında etkilenmiş biri duruyordu artık! Ama saklandı. Birden utandı ve hemen camın önünden ayrıldı. Birkaç saat sonra odasının kapısı çaldı. Açtı ve hayrete düştü. Kapıdaki oydu! İlk kez amacına ulaşmış ve kendini çok iyi ifade edebilmişti. Beraber oturdular ve çok kısa da olsa birbirlerini anlamaya yetecek kadar görüştüler. Bir süre sonra da o, sürekli uğramaya başladı. Geliyor ve beraber vakit geçiriyorlardı. Birbirlerine bakan gözler her şeyi anlatıyor, sözcüklerin kifayetsizliğine yer vermiyordu zaten…
        Yine onun geleceği gün hoş görünmek için giyindi ve beklemeye koyuldu. Kapı çaldı ve her zamanki heyecanla kapıyı açtı. Karşısındaki onu hiçbir şey söylemeden dışarı çıkarmak istiyordu. Bunu daha önce hiç yapmamıştı, daha doğrusu yapamamıştı. Çünkü bu hastane odasından çıkmasına daha önce hiç izin verilmemişti. Ama bunu isteyen kişi oydu! Bunu yapmalıydı, başarmalıydı… En azından bazı şeylere artık kavuşmalıydı. O gün hayatının en güzel kararını aldı kendince…
        Beraber hastaneden dışarı çıktılar. İzin almak çok zor olsa bile… Hiç korkmadı çünkü yanında o vardı. Dışarı çıktığında yine tarifi imkânsız mutluluklar ve hisler yaşadı. O, yıllardır camdan bakmakla yetindiği, ona uzak olan dünyanın içindeydi şimdi. Bir an heyecandan ne yapacağını bilemedi ama sonra kendine geldi. Beraber sokaklarda, kaldırımlarda yürüdüler. Camından görebildiklerinin dışında hiç görmediği yerler gördü. Yaşadığı yerin aslında o kadar da küçük olmadığını anladı. Bir an “Acaba beni de camından izleyen birileri var mıdır?” diye düşündü. Hayatında hiç görmediği ve bilmediği bir yere geldiler. Adına “Lunapark” denen bir yer… Hani ismini de tam hatırlıyor denemezdi.
       Değişik, görkemli makineler,  bir sürü insan, çocuklar, ışıklar ve bir tatlı karmaşa… İlk önce ürktü ama yanındaki onun elini sıkıca tutmuş ve ona gerekli güveni vermişti bile. İlk kez özgür hissetti kendini… İstediğini yapabiliyordu. En önemlisi dünyayı yeniden görüyordu. Bir sürü eğlenceli şeye bindiler, farklı şeyler tattılar… Hem de izin almadan ve düşünmeden. En mükemmeli ise o hep camdan izlediği yağmur altında dolaşan insanların yerinde şu an kendisi vardı! Evet, doğa da ona bir hediye sunmuş ve ona yağmur altında dolaşma keyfini yaşatmıştı sonunda.
        Geri dönüş vakti geldiğinde buruk bir hüzün kapladı yüreğini ama uzun sürmedi. O kadar çok eğlenmiş ve mutlu olmuştu ki sevincinden sakarlıklar bile yapmıştı. Odasına vardığında içinden bir şey, hemen bugünü resmetmesini ve ona hep hatırlatmasını söyledi. O da bunu yaptı. Hemen boyalarını alıp tuvalinin, kendini rahat hissettiği ve istediğini yaptığı, kimsenin karışamadığı ilk şeyin yanına gitti. İçinden gelenleri kısa bir sürede tuvale aktardı. Sonunda resmini gerçekten beğenmişti. Resmi boyarken hissettiği o apansız ağrı fırçayı elinden bırakmasına sebep oldu. Hemşireler koştu ve o ne olduğunu anlamasa da etrafında koşuşturuyor ve ona müdahalede bulunuyorlardı.
        İnanılmazdır ki o duyguyu hayatında üçüncü kez hissetti. Rahatlık ve huzur, sonsuzluk… Kendini o yerinde olmak istediği kuşlar kadar hafif hissediyordu şimdi. Yine özgürlüğü tadıyordu. Hem de sonsuzunu… Üstelik yine yağmurlu bir vakitte, yine bir hastane odasında kapamıştı gözlerini. Artık istediğini rahatça yapıyor, kaygılanmıyordu. Sadece onun olmayışına, yine elini tutup güven vermeyişine üzülüyordu. Evren ona kıvrak oyunlar oynamıştı bu gece… Tam üç kez ona özgürlüğü, o bilmediği duyguyu tattırmıştı bu gece…
        O, odaya geldiğinde kapı açıktı. Girdi ama içerisi boştu. Yatağı düzeltilmiş ve eşyaları toplanmıştı. Aklından geçen o kötü ihtimale inanmak istemediyse de o gerçekle yüzleşti. Gözlerinden yaşlar boşaldı sessizce, çığlıkları bastırırcasına…
         Odanın köşesinde ona ait bir tablo duruyordu. Resme yakından baktı. Resimde cam fanusun kapısından çıkan ve onu bekleyene kavuşan bir adam vardı, hava yağmurlu, arkada ise caddeler ve sokaklar vardı. Ama resim tamamlanmamıştı, tamamlanamamıştı… Bu tablo onun özgürlüğünün resmiydi ve onunki gibi yarım kalmıştı.
         O, yerinden tabloyu aldı ve yine ilk gelişi gibi sessizce aynı odadan şimdi yavaş adımlarla, bir daha dönememek üzere çıkıyordu. Ama ilk gelişinden farklı olan bir gerçek vardı. Bu, bir ömrün geçtiği ve birçok şeyin yaşandığı odada asıl kahraman yoktu. Bu duvarlar onun her hâlini görmüş ve son gününde yıllar sonra onun ilk özgürlüklerine kavuşmasına şahit olmuştu… O gittikten sonra başkaları bu odaya gelebilirdi ama kimse onun kadar özgür çıkamazdı…     

            .....Efsûnkâr....   


NE DE OLSA KARDEŞİZDİR (!)

 
 
      Mutsuz olmak için hiçbir neden yok. Ama yine de mutsuzum. Sebebi sürekli hüzne alışık olmam mı bilemiyorum. Ya da buradaki her eşya o mutsuzlukları yaşamamda hep yanımdaydılar diye artık onlara baktıkça aynı şeyi görüp hissediyorum. Kasvet var bibloların üzerinde toz gibi, kasvet var saatin içinde akreple yelkovan gibi… İlham perileri uyku perileriyle uçup gitti. Keşke mutluluk perisi de kızıp gitmeseydi. Beni yalnız bırakmasaydı. Etrafımda çok kişi var. En yakınımda duruyorlar; aynı havayı soluduğumuz bir avuç topluluk… Ama yine de yalnızım. Sesler kesiliyor, zaman ağır ağır geçiyor. Hareketler yavaşlatılmış gibi. Dönüp bakıyorum karmaşaya… Kimi uyuyor, kimi susuyor, kimi ağlıyor bu dünyada sel yaratırcasına… Kendime bakıyorum… Öylece duruyorum yapayalnız. Bir saman çuvalında tek sap gibi. Bir gün yüzlerce çehre, suret görüyorum. Hepsi tanıdık. Ben miyim yabancı olan, onlar mı? Biz mi yabancıyız yoksa bu yaşam mı? Neden kimse ses çıkaramıyor? Buna karşı çıkabilen yok mu? Memnun olamayan sadece ben miyim? Sorularla dolu zihnim ama tek bir yanıt yok. O yanıtı verecek kimse yok. Şimdi bağırmak istiyorum. İşte, dünyanın suçu yok insanlar suçlu… O suçlu, bu suçlu, ben suçluyum… Burnumuz güneşe değiyor, ayaklarımız buluttan halıların üzerinde. Yüzlerimizde maskeler var; rengarenk, şekil şekil… Biri düşse altındaki çıkıyor. Ama ortada gerçek yüz kalmamış. Bir yüz buluyorum maskesiz. Bana bakıyor ama onun yüzü de gerçek değil sadece bir ayna… Baktıkça kendimi görüyorum. Korkuyorum, korkuyorum… O maskeyi kaç kez çıkarmak istedim yüzümden sayısını bilmiyorum. Yapışmış ve benliğimle karışmış ne yazık! Artık eski ben yok aynada ve o ruh sıkışıp kalmış bu yalan hayatta. İzliyorum sadece… Biri düşüp dizini kanatıyor. Bazı insanlar gülüyor… Kimisiyse koşuşturuyor. Gülmek… Tek yaptıkları bu… Ya onun çektiği acı? O da mı bir kahkahaya bedel?
      Biz böyle yaşayalım. Alışılmış olan o aşağılıklarla dolu yaşamımıza… Hâlâ bir yerlerde bir çocuk ağlıyor gece… Neden? Annesi sevdiği yemeği yapmadı mı dersiniz? Yok, yok babası o istediği araba yerine başka bir tane almış… Ağlamaya değer bütün dertler işte bunlar değil mi? Ya açlıktansa… O hiç tatmaya fırsat bulmadığınız saçma duygu… Bir çocuk ölüyor sokakta soğuktan, birisi daha işte; açlıktan… İşte bir tane daha; bakımsızlıktan… Ve belki bir tane daha, bir tane daha… Bir çocuk babasını izliyor ip boynunda sallanırken odasının tavanında… Soruyor: “Babam salıncakta sallanıyor anne, ama hâlâ inmedi ben binmek istiyorum, izin vermiyor. Bu oyun ne zaman bitecek anne?” Ekmek aslanın ağzında diyorlar! O aslan çoktan yemiş ekmeği, doymamış sahibini de tutmuş yemiş! Çok üzgünüm… Bazı gerçekleri yıllar sonra benden duyuyor olmanıza. Buradan çıkınca buna bile gülecek şerefte olan varsa buyursun kahkahaya boğulsun! En azından şeref parayla, huyla, şeytanlıkla alınamayan tek şey. Sergilenebilen şahsiyet de öyle…
     Bazı sözler var ağızdan hiç çıkmaması gereken, kaleme hiç dökülmemesi gereken… Nihayetinde kiriyle, pasıyla ellerimizin, birbirimizin hayatlarıyla oynuyoruz. En azından birbirimizin yüzüne bakabilecek bir parça şeref, haysiyet ve gurur bırakalım! Ne de olsa kardeşizdir ya şu saçma sapan dünyamızda (!)

                                                                                        ..... Efsûnkâr....

VARSIN OLMASIN


Gözlüğümün üzerine bir damla düştü
Yağmur mu yağıyor?
Bir yaprak dans ederek yere düştü
Ama hâlâ dalı kanıyor…

Bir rüya bahşedildi sanki
Sapsarı bir rüya
Konuşmak oysaki
Bomboş bir cefa

Düşünmek bazen şu bankta
Vapur sesleri, rüzgâr uğultusuyla
Zaman geçmekte saat tıkırtısında
Sandıktaki birkaç resmin anısıyla…

Sapsarı sokaklar var dışarıda
Yalnızlıktan korkula yaşamlar
Ne ölümler var şu dünyada
Ama her şeye rağmen yaşamaya değer bu akşamlar…

Bir odanın kapısı açılıyor
Belki yıllar sonra bir sonbaharda
Karanfil mi kokuyor?
Geçmişten kalmış çiçekli rüyalarda…

Bir ses karışıyor merdiven gıcırtısında
Gök gürlemesi mi, yağmur sesi mi yoksa bir kapı mı çalıyor?
Rüzgâr giriyor kırık camlardan salına salına
Bu rüzgâr umudumdan yine bir şeyler çalıyor…

Yalnızlık yüzüğü taşıyorum yaşlı parmağımda
Ölümün çığlıklarını duyuyorum duvarlarda
Ve yaşamın buruk mutluluğunun tadını dimağımda
Kim aramış, kim sormuş bir önemi yok artık orada…

Günün doğmasına gerek mi var
Bu fani dünya yandıkça
Varsın düşsün saçlarıma kar
Dostlar yüreğime isimlerini kazıdıkça

Parlamasın varsın yıldızlar
Gördüğüm gözler parlasın bana yeter
Beni hasta sansınlar
Onlar beni görmez ve bilmezler

Ruhum süzülüyor bu sokaklarda
Beden bir suretmiş canın yanında
Canan her ne kadar sussa da
Kâh orada, kâh burada…

Sürünmekten bıkmadı mı laleler?
Kalbimi süslerken yakmaktan bıkmadı mı?
Lalenin ruhu lalezardadır
Akıl kemalde olmayınca hebadır…

Ne kadar cesursa çıksın şuraya
Umudumu kırarcasına
Bağırsın, haykırsın, konuşsun ama susmasın
Bir ölüm günü hasta yatağımda…

                    ...... Efsûnkâr.....

ZEVK-Û SEFÂ ÖMÜR

                                                 
En büyük bağımlılıkla başlar tutku,
 Kimi zaman beyni kurcalayan,
 Kimi zaman vakte kafa tutan,
 Bir istektir tutku...

Gece Ay'a tutuklanmak
Gündüz Güneş'e aşikâr olmak,
Yazın kışı özlemek
Kışınsa yazı istemektir tutku.

Bazen bülbülün güle sevdasıdır
Bazen kardelenin Güneş'e aşkıdır
Onu ilk gördüğünde ölümün ilk meyvesini tadacağını bile bile...
Aşkının karanlık gölgesinde ölmeyi istemesidir tutku...

Hayatta her şeyden haz duymak
Hapsolmaktan, tutuklanmaktan korkmamak,
Ömrü eski bir iskeleye bağlayıp
Zamanı geldiğinde demir almak;
Issız ve yırtık gelinlikli kıyılardan...
Uçsuz bucaksız maviliklere...

Sonra bir meltem olup
Usulca yaprakları okşayıp
Yanıbaşında parıldayan eşsiz
Canana vurulmaktır tutku...

Ümit, umut, hayal, rüya
Hiç farketmez her kim olursan şu sahte dünyada
Tutku o ya, tutar da sürükler peşinden oradan oraya...
Ömür şu üç günlük zevk-ü sefâ
Kime yetmiş ki, sana yetsin bu hûlya...

Biçare bir güvercin aranır durur sahibini
Halhalları çalar da çalar her kanadında
Kuşçusu duyar o sesi tâ ufukta;
O güvercinin halhalındaki sesdir tutku.

Bir yaz günü
An olur da dalar gözler
Nesin, kimsin, nerdesin hiç mühim değil...
Kollarının üstündedir başın
İzlersin çizdikleri resmi yıldızların...
Dinlersin doğanın söylediği şarkıyı
Uyanıp da kendine geldiğinde
Beyninden vurulmuşa dönersin;
Zaman,  mekân ve hatta sen
Her şey aynıdır
Ama bir şey vardır ki yok olan
Uyandığında korkup da kaçan
O ki seni tanımayan
Tutkudur kalbini söküp alan...
Kim bilir nerde ve ne zaman
Yine sokuluverecek o sinsi şeytan...

..... Efsûnkâr ......


MAZİ ve SÜKÛT

                                                   
Damlalar camıma usulca tıklatıyor,
Zaman perileri, saatimin içinde vızır vızır dolanıyor...
Karanlık gece sessizce çökerken
Bir kuş sığınıyor pencereme
Kim bilir bu kaçıncı ışıktır sönen...
Bir çehre düşüyor hayallerime...
Uzun zamandır bir köşede uyuyan anılar
Birer birer canlanıyorlar...
Hepsi hâlâ yorgun, aç, susuz ve bitkin
Ama hâlâ içlerinde bana büyüttükleri o sahte kin...
Hesaplıca düzmüş, kaldırmıştım oysaki
Anladım geçmiş her zaman bâki.
Sorular sordum, cevaplarını duyamayacağımı bile bile
Amacım sadece kırgın gönlümü mutlu etmekti bir nebze
Dönülebilinseydi o ilk nefesin başladığı zamana keşke...
Ruhum ne kadar acı çekse,
Bedenim ne kadar yorgun düşse,
Birileri bir kulak verebilse keşke şu sese;
Neler haykırır, neler söyler?
Bilmez oysaki her söz ayrı bir şer!
"Dilim lâl olur." der Rumî
Gönlüne söz geçiremeyene mi?
Yoksa kelimelerin kifayesizliğine mi?..
Şehirler ağlar gidenin ardından
Gurbet çağırır, ölüm çağırır
Gidene zor gelir ayrılması sılasından.
Medet umar hâle gelir insan,
Hüzünlerinin havasından, suyundan...
Elbet çıkar bu karmaşadan kazanan
Mutlak bir ozan çıkar bunları yazan,
Dökülüverir tüm hasret, sazından...
Yine bir yıldız kaydı
Ben onun ihtişamına aldandım,
O parlakça düşüşüne ve sonra yok oluşuna hayrandım.
Hiç can yakmaz sandım,
Dilek tutup olacağına inandım,
Fakat bir yerde zamanı donduruşunu hiç yaşamadım...



...Efsûnkâr...


YA SONBAHAR?

                                                        
     Gri ve sarının gizemiyle doludur sonbahar. Bazen çıplak kalmış ağaçlar, sarı pullarla süslenmiş sokaklar, gri bulutlarla kaplanmış bir şehirdir sonbahar. Beyazın kirli renginde saklı inci taneleri vardır. Gökyüzünden toprağa dökülen inciler… Yeniden diriliş için toprağı hazırlayıp süsleyen incilerdir onlar. Solmuşluğun ardından gelecek yeşermenin ilk ziynetleri… Altın rengi yapraklar süsler siyah asfalt sokakları. Yaşamın kötülüklerini, eskimişliğini ve sahteliğini örtmek için. Bu yüzdendir herhâlde esen her meltem, bir buse kondurur her yaprağa. Kulağına fısıldar görevini, onu âşık edip teslimiyetini sağlar kendine. Büyülenip bir an rüzgâra tutulduğunda, dengesini kaybedip dalından yaprağın düşmesi yoksa rüzgârın suçu mudur?  Peki, yaprağın bu hüzünlü yolculuk sonunda Kays gibi savrulup yok olmaya yaklaştığında yine Leyla’sını bulması unutturabilir mi yaşadıklarını? Peki, ya bir insana sonbahar?  
     Doğanın insanlara her mevsim bahşettiği değişik duygular vardır. Sonbahar, yalnız oturmaktır bir bankta ve maviliklere dalarken usulca, bir yanının boş kalmasıdır. İlginçtir ki bu boşluk kimi zaman huzur verir, kimi zaman ise hüzün… Sonbahar martılara simit atmanın en güzel vaktidir, İstanbul’un koynunda, Boğaz’ı seyrederek bir vapurda… Aynaya her baktığında “ Biraz daha mı yaşlanmışım? “ demektir.
      En ilginç mevsimdir o. Ruhları kendisine benzetmede en galip mevsim… Sanki bir tohum içinde mutluluğa ve huzura çiçek açmak için aylarca beklemek gibi.
      Yaprakların çıtırtısı kadar mükemmel bir melodi, siyah atlasın üstündeki pırlantalar kadar güzel bir manzara, ya da ruhun o acı, ekşi tadı kadar güzel bir tat daha var mıdır başka? Düşünmek ve hissetmek… Bu yüzden olsa gerek, sonbaharda kalemler daha çok yorulur. Şair olunacak mevsimdir o. Önce dikilip sonra sabırla sulanacak bir çiçek kadar narin…
       Uzun ağaçların arasında, ayaklarınızın altında çıtırdayan yaprakların olduğu bir yolda ve yine gri bulutlarla kaplı havada yürümek… Aklınızda dün yarım kalan işleriniz, evdekiler, yaşamınız ve belki de az sonra bir kafede oturup kendinize armağan edebileceğiniz bir fincan kahve vardır. Kokusu buram buram tüten, elinize aldığınızda sıcağını hissettiğiniz ve ilk yudumda tattığınız bir rahatlık… Islak şemsiyenizi katlayıp camdan şöyle bir bakınca İstanbul’a, bir şiirin düşmesidir sonbahar aslında. Ama yazmaya hiç fırsatınız olmayan… Dostlar gelir aklınıza, hani şu uzun zamandır görüşemediğiniz ve yalnızlığınızı hatırladığınız dostlar. Sonra yine yolda, ıslak paltonuza sarılarak sıkıca, bir şemsiye altında ve başınız eğik yol almaktır bu mevsimde. Eve varmışsınızdır; o dağınık eve… Hani şu hep toplamaya tam başlayacakken hep vazgeçtiğiniz dünyanız. Dünyanız, çünkü burada size karışacak kimse yok. Değişiklik yapmak, kararlar almak yalnızca size ait… Düşünceleriniz, perdeleri kapalı bu odaların içinde geziniyor ölü ruhlar gibi. Şu duvarlar derdinizi ne zaman dinlemekten bıktı ki şimdi bıksın? En gülünç, en mahcup, en kederli, en çirkin, en mutlu ve en doğal hâllerinizin şahitleridir şu eşyalar. İnsanlardan daha vefakâr ve sadık… Belki de sizi görüyor olmalarından hiç rahatsız olmadıklarınız demeliyiz. Bazen haklarını ödeyemeyişinizden, gerekli değeri gösteremeyişinizden hüzün duyarsınız. Yıllarınızın dostları ve her anınızdan izler taşıyan onlara…
     Masada birkaç film var. Hani tekrar tekrar izlemekten hiç bıkmadığınız ve boş bardaklar var, yine toplamaya üşendiğiniz. Koltukta bir battaniye duruyor uyumanız için size yardımcı olan. En huzurlu köşe işte orada; boyalar, fırçalar, tablolar… Yepyeni rüyalar, dünyalar yaratmanız için sizi bekliyor. Bu kadar hüznün üstüne bir demet mutluluk katmanız, şu gri havaya bir gökkuşağı çizmeniz için bekliyor. Kim bilir belki de çoktan boyamışsınızdır tablonuzu. Çerçeveletmiş ve asmışsınızdır hayatınızın bir duvarına… Belki farkında değilsiniz hayatınızın en güzel tablosuna baktığınızın. Gerekli olan o yöne dönmek ve bir adım yanaşmak…

....Efsûnkâr....