Altın kalem kağıda döklünce, kağıt kalemden daha değerlenir.
27 Ocak 2014 Pazartesi
YAZMAK VEREMDİR
Gönderen
Efsûnkâr
Yazmak bir verem aslında. Yaratanın bazı insanlara bahşettiği doğuştan bir hastalık. Bir hastalık ne denli yararlı olabilirse o kadar yararlı işte.
Önce okuyup, yaşayıp dolmaya başlarız irini. Hastalık tam nüksettiğinde; ilham ateşimiz yükselir, cümle öksürükleri tutar ve üç nokta akıntıları başlar... Ve titrek ellerimiz mantık reçetemizde yazan kalem haplarını, bir bardak sayfa ile birlikte, yazmaya aç karınlı ruhumuzla alır.
Bu işin doktoru olan yazarlar taifesi sağlıklı olduğumuzu iddaa eder sürekli. Bizi mutlu etmek, bir umut aşılamak adına bize hastalığı sevdirmeye çalışır. Ama elbette ki asla asıl gerçeği itiraf edemezler yüzümüze. Hiç kurtulamayacağımız gerçeğini.... İlk bakışta, içinde bulunduğumuz toplumun bir parçası, hasta olmayanları tanımlayan "normal" insanlardanmış gibi görünürüz. Ama öyle bir zaman gelir ki, öksürük nöbetleri artık bu toplu ortamlarda da nüksetmeye başlar. Sürekli yanımızda taşıdığımız o beyaz kağıt mendiller yine üç noktalara bulanmaya başlar. Hınkırdıkça içimizde ne kadar kin nefret doğmuşsa akmaya başlar adeta... Sonra da ulu orta kusmaya başlarız. Neden normal insanlar kadar basit düşünemeyişimizi yargılar ve içimizde biriktirdiğimiz tüm isyanı kusarız karşımızdakilerin yüzlerine... Lanetler ederiz hastalığımıza ve lanetli olanın kendimiz oluşunu farkeder yine beyin labiretlerine inzivaya çekiliriz. Mutluluk olmaz edebiyatımızda. Mutlu bir hastalık yoktur çünkü dünyada!
Hastalığın ileri safhalarında artık kendimizi çevreden gelen eleştiri enfeksiyonlarından korumak adına güven maskesiyle dolaşmak zorundayızdır. Evet, artık tam anlamıyla normaller içinde bir "anormal"i teşkil ediyoruzdur. Kan tükürme aşaması da gelir akabinde ki en fecisi... Bir zamanlar damarlarımızda mutluluğu taşıyan ve bize can katan o aşk kanı, bu kez ayrılık olup oluk oluk gelir boğazımızdan... İnsanlar bulaşmasından korkup kaçmaya başlar. Bu depresyon hallerinin kendilerine de bulaşmasından korkup saçma bir şekilde uzaklaşırlar yanımızdan. Farkında olmadıkları en büyük gerçekse, hastalığımız her ne kadar bulaşmayacak olsa da kendi ruhlarının da bu hastalığa aşısız olmasıdır. İşte burada biraz şanslı sayılırız.(!) Onlar ilk ayrılık kanını temiz hayat mendillerinde gördüklerinde öleceklerini sanıp korkudan ağlamaya başlayacaklardır. Hıçkıra hıçkıra gidenlerin arkasından ağlayacaklar... Neye uğradıklarına şaşıracaklar...Bu noktada da bu işin en komik yanı ne biliyor musunuz? En büyük ironisi..? İşte o zaman da koşa koşa dermanını isteyecekleri ilk kişiler biz olacağız. Damdan düşeni, yine damdan düşenin anlayacağı gerçeğine sarılacaklar ve bir zamanlar o koşar adım uzaklaştıkları ayaklarıyla, şimdi koşar adım yaklaşacaklar bize! Unuttukları tek gerçekse, hastalığın başlangıcına düşmüşken onlar, bizim son safhada olduğumuz olacak. Ego safhası...
Geç kalınmış bir tebessümün yarattığı o nefret virüsü her organımıza, beynimizin her noktasına öyle bir bulaşmış olacak ki, kendimiz artık birer virüs olacağız başlı başına. Etki alanı yalnızca bir tebessümü esirgeyen o insanlar olan! Onlar dizlerimize kapanıp ağlarken, çehremizde beliren o adi gülüşle gökyüzüne bakıyor olacağız. Yukarıdakine göz kırpıp ilham azraillerimizi bekleyeceğiz... Taa ki tüm yazdıklarımızı ellerimizle ateşten topraklara gömene kadar...
Efsûnkâr
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder