Efsûnkâr
Blog'daki Efsûnkâr mahlası, mahlasa ait tüm yazı ve içerikler Esma Aybakan'a aittir.
11 Şubat 2023 Cumartesi
3 Aralık 2022 Cumartesi
Vitrinimdekiler
Anlık bir hafıza ile otomatik bir portakal olup günlük rutinlerimi bilinçsiz gerçekleştirirken akan zamanda sözde yaşlanıyor bedenim. Büyümek demiyorum bu sefer, yaşlanmak… O kısmı çoktan halletmiştik diye düşünüyorum. Sarı salıncakların zinciri kopmuş, topuklularımın da tabanı su sızdırıyordu attım. Rapunzelin umut kokan saçlarını, annemin en sevdiği boyda kestirdim. Hoş, görse daha iyisini yapabileceğini söylerdi muhtemelen. Tabi ki yapardı da! Dokunduğu her şey gibi…
Ben bir yıkım gibiyim. Duygusuzlaşmamın sevdiğim bir yönü var. Sevemediğim her şeyi kendimden kurtarıyorum. Azıcık bir sevgi rengi bulaşmaya başladığında ellerime, kapkara bir boya dökülüyor üzerine. Önce, Zeze’nin şeker portakalı ağacı gibi ağaçlarım kesildi. Sonra köpekler sevdim çokça ve bir kaçı öldü kalanını da almışlar, bir daha bulamadım. Çiçeklerim vardı konuşarak sevdiğim, hastalandı ve çürüdüler. Kurtarmaya çalışıyorum hala… Kısacası, ben sen oldum sevgili Nokta “.”. Yazarına rolünü nasıl bulaştırdığını ve bu yolu nasıl keşfettiğini, hangi mürekkep büyülerini kullandığını bilmiyorum. Şimdilerde tıpkı ben de senin gibi, sonuna geldiğim her cümlenin bitişiyim. Sonrasında yaşayacağım her cümle boyumdan büyük harflerle başlayıveriyor. Öncesinde sonlandırdığım cümlelerin sonrasında gelen bu yeni cümlelerin kaç satır süreceğini bile bilmeden, sonuna geleceğim satırı düşünmekten uykularım kaçıyor. Kaderin paragrafları arasında çok büyük satır başı boşluklar var… Bir türlü sonuca varamadığım sayfalar dolusu bir yazının gelişme kısmında takılı kaldım, çıkamıyorum. Bundan daha büyük bir intikam alamazdın benden. Oysa seni konuşturan bendim, bunca zaman hiçbir yazarın ağzını açtırmadığı seni ben var etmiştim. Kendi rolün ise benim varlığımdan çok önce belirlenmişti. Benim yazarım kim peki Nokta? Senin benden nefret ettiğin gibi ben de ondan edebilir miyim sence? Nefret de bir duygu elbette, ne yazık ki onu da unuttum…
Her şeye inat hala bu romanda olmam gerekiyor benim. Kimseler çiçekler bırakmıyor sayfalar arasına belki ama hala her pazar ben ellerimle taşıyorum baharı, ölümün kol gezdiği ve hayatın hiç olmadığı diyarlarda… Hayatla savaşmaktan öylesine yıprandım ki, artık karşı koyup yıpranmak yerine her şeyiyle kabul ediyorum. Zamanla birlikte sürükleniyorum… Bilmem kaçımda bir dala toslarım da dururum. O güne kadar bir tek ben var. Kahverengi gözleriyle, kısa saçlarıyla, ilaçlarıyla, efil elbiseleriyle, pembe rujuyla, ayıcıklı çantasıyla, beyaz kulaklığıyla, balığıyla, kahvesiyle, sahte kahkahalarıyla, gece çöken gözyaşlarıyla, rüyasız uykularıyla, kalpsizliğiyle, duygusuzluğuyla, asla kullanmadığı ama almaktan vazgeçmediği bomboş sarı yapraklı defterleriyle, Van Gogh sarısıyla, çiçekleriyle, süslü tırnaklarıyla, kırmızı çantalı e kitap okuyucusuyla, sessizliğiyle ve ruhsuzluğuyla var… Varım ben hayat, ne yazık ki varım. Var olmanın zorunluluğu altında ezildiğim, senin kabullenmekte zorlandığın bir varlıkla ve koskoca bir yoklukla varım hem de. Ne demiştik hani, ne 1 ne de 0. Buçuk! Yön duygum kötüdür benim, sadece hangisine doğru yürüdüğümü bilmiyorum. Fakat bu yolda yürüyebildiğim her sabahın başarısını da gururla kabul edeceğim. Yoksa çok geceler vardı vazgeçmek arzusunda olduğum. Teşekkürler bilim, kimyasallar çalışıyor. Benim çıkmayan deneylerimin aksine!
Seni özledim mikroskop gözlü kız, tam hissetmesem de beynim özlediğimi söylüyor bilmiyorum. Kim bilir, belki bir gün yağmurlu bir akşamüstü bir yağmur damlacığını yeniden görebilir ya da Ay Dede’yle sohbet etmeye başlayabilirim. O kadar çok şey birikti ki içimde Ay Dede, içimdeki mezarlara sığdıramıyorum artık hiçbirini. Ne zaman kokuşup gün yüzüne vurur bilmiyorum içimdeki anı cesetleri… Sahi, bana yine masallar anlatabilir misin? Balonlarımı hatırlamıyorum. Bana beni hatırlatabilir misin Ay Dede? Yıldızım’a selam söyle olur mu, bir dileğim olmadığı için içi rahat uyuyabilir. En azından o kaymak zorunda kalmayacak benim için. Şimdilerde hafızam o kadar kötü ki, yoksa çoktan onu da mı kaybetmiştik? Lütfen böyleyse dahi bana söyleme olur mu? Canım çok az. Büyümüş müyüm Ay Dede? Annem’e de söyle bunu olur mu? Bulutlara da söyler misin lütfen, çiçeklerini susuz bırakmasınlar. Teşekkür ederim… Hala beni dinlediğin için…
Efsunkar
14 Eylül 2022 Çarşamba
Gangsterleşelim Artık Diyorum
Merhaba Nokta,
Ben yazarın. Yıllar sonra bu hesaplaşmayı yapmamız gerekiyor artık diye düşündüm. Benden ne kadar nefret ettiğini biliyorum. Yıllarca tüm yazılarımda, toplum baskısı dilbilgisi kurallarını dinleyeceğim diye seni virgülünden ayrı konumlandırdım. Yalnız kalmanın, yanındaki harf karakterlerinden öte bir şey olduğunu anlamaya başlayalı çok olmadı, bundandır sana bu mektubum.
Şu sıralar kendimi betonlardan fışkıran yeşilliklere benzetiyorum, altını çizerek söylüyorum yeşilliklere. Çiçek olanlar başka, şu sıra onlardan değilim. Hep fazla yaşamak arzusundan bu çabaları da oracıktan beliriverirler sanırdım. Meğer etrafları taş ve beton olmuşken hayatta kalmak zorunda oldukları için de fışkırabiliyorlarmış. Nerden mi biliyorum? Kendileri öyle söyledi, biraz konuştuk da geçen… Kalplerindeki kökleri yavaş yavaş bir betonun içine hapsolmaya başlamış, sonrasında nefes alabilmek için kendilerini dışarı atıvermişler can havliyle. Bir iki rüzgârda salındıklarında yaşadıklarını hissediyorlarmış ya da güneş biraz dokunduğunda. Ama hiçbir şey hapsoldukları duvarları değiştirmiyormuş. Her doğan gün, “keşke beni koparsa bugün biri” diye yakarıyorlarmış göğe… Onları görenler ise “bu yaşamak sevinci ne hoş, yerinde ne de güzel ve mutlu” diyormuş. Çiçek açanlar da varmış ama onların durumu daha da betermiş. Onca renge rağmen ölümleri bedelleri olacak olsa bile bir türlü koparılıp da düzgün bir toprağa kavuşamıyorlarmış. Herkes etrafımdaki duvar ve betonların içinde cıvıl cıvıl oluşuma böyle bakıyor benim de. Kimse çektiğim can sancılarını ve buhranlarımı göremediği için koparmıyor beni. Koparılmak istiyorum oysa ben, köklerimi ele geçiren taşlaşmış her yerden koparılmak istiyorum. Rüzgarlar yetmiyor yaşadığımı hissettiğime, tenime değen gülüş güneşi dışarı sarkabildiğimi hatırlatmıyor artık… Ah keşke koparılsam, böyle yaşamak inan çok zor Nokta.
Aslında seni virgülle yanyana yazmamak ya da seni gangsterleştirmek benim kalemimden çıkmadı. Senin görevin her zaman öldürmekti. Cümleleri öldürmek… Ne yüce görev ama! Hangi cümle ne kadar uzun yaşamak isterse istesin, eninde sonunda azraili olarak uğrarsın sen. Şiirleri sevmemeni anlıyorum bak, mısraların noktası olmuyor çoğu zaman. Sahi, senin girmenin yasak olduğu cennet de mısralar mı yoksa? Baksana, yakalıyorum seni! Sanıyorum virgüllerin senin aksine en çok dolaştığı, o güzelim kuyruktan sırma saçlarını savurduğu yerler mısralar… Ee Nokta, baksana beyaz sayfalara işlenen her bir kader yazısında zaten senin yerin çoktan yasaklıymış. Bazen ne istersen iste, ne dilersen dile sana bahsedilen bir ömrü yaşamaya mecbur kalıyormuşsun. Merak etme, benim de mısralarım kayıp şu sıralar ve şiirleri anlayabileceğim duygu durumlarımın hepsi bozuk. O ülkelerin cennetlerinden benim de haberim yok bir süredir.
Yazarın uykusu geldi fazla hüzünden acil uyuması gerek. Ama bu mektup devam edecek Nokta. Son olarak, senden özür dilerim. Sen Virgül’ü öpersen belki o da gangsterleşir. Muhsin Ünlü diyor ben değil. Sen bir düşün bunu istersen, ben Virgül’e bir şey söylemem. Söz.
Efsûnkâr
20 Nisan 2022 Çarşamba
Buçuk
Bazen de bir ölüm soğukluğu çöküyor içime, yokluktan çıkıp gelmiş ve her şeyi yutabilen. Maksimumda yaşanan duygulardan sonra gelmiş bir hissizlik hali. Bloke olmuş bir duygu sistemi. Kolum kopsa hissedemeyecekmişim gibi. Kan kaybından ölmekte olan ama tatlı bir uykuya dalmakta olduğunu sanan bir yaralı gibi. Koskoca bir boşluk ve kayıp. Bunun karşılığı 0.
Evet, ömrüm boyunca 1'ler ve 0'larla baktım hayata. İki keskin uçta ve netlikteydi zihnim ve gönlümü de bunun peşinden sürükledim. Sonra koskocaman bir 0.5 (buçuk) olduğunu öğretti bana hayat. Kanırta kanırta işleyiverdi cetvelime. Koskoca yarım kalmışlıkların karşılığı. Meğer her şey buçukmuş, tamamlanmak diye bir şey yokmuş. Bu buçuklar bazen 0'a bazen de 1'e çok yaklaşıyor ama asla ulaşamıyor. Hayatımız da sanırım bu buçukların iki yaka arasında git gelleri sadece... Hayat yarım kalmakmış. Ölüm bile 0'a yaklaşamıyorken 1'in yaşamak olması daha absürt olurdu herhalde. Ne kadar çabalarsam çabalayayım, düşüşünü yakalayamadım. Sadece kollarıma yığılışlarında tutabildim seni, ama 1 değildi bu. 1'e varamadık. Toprağın kalbine emanet ettiğimde de 0'a ulaşamadık. Buçuk kaldım ben...
Sonra ardından kalan her şeyi toparlamaya çalışırken, sana ait buçukları ayıkladım. Yarısı örülmüş bir çift patik ve diğer teki hiç tamamlanamadığı için çifte bir yarımlık içerisinde... Hiç kullanılamayan su mataraları, daha yenisini kullanmaya henüz kıyamadığımız ve yarınları düşündüğümüz medikal malzemeler... Yarın hiç gelmedi, dün bitmedi, bugün tamamlanamıyor. Ben de buçuk kaldım anne, sen gidince en somut yarımın ben kaldım...Senin hayatındaki buçukların en büyük ve yaşayanıyım ben ve hiçbir zaman 1'e yetişemeyeceğim artık... Şu sıralar 0'a yaklaşmaktayım, özür dilerim. Güneş'in batıdan batması gibi, o tarafa sürükleniyorum, seni tutamadığım gibi buna da mani olamıyorum ben. Benim müdahale edebildiğim bir şey değilmiş gibi geliyor artık ömür, kürek çekmeleri bir süreliğine bıraktım. Hiçbir şey kıymetli gelmiyor, hiçbir mutluluk tam değil ve hiçbir hüzün hakkını verecek kadar güçlü olamıyor. Günlük kahkahalarımın ve koşuşturmacalarım beni yoruyor, kendimi ve çevremi kandırmaya güç harcamak yoruyor beni, en çok da kendimi iyi olduğuma ikna etmeye çalışmak. 1'e yaklaşmak demek, akıntıya ters kürek çekmek şu anda benim için. Sen olsan illa ki bir kolay yol bulurdun biliyorum, yine çok kolay bir icadın olurdu aklıma hiç gelmeyen. Asla senin kadar zeki olamayacağım, çünkü ben senin yarınım, buçuğum ben anne...
Gün bile yarı gece yarı gündüz... Mutluluklarım hüzünle... Özlemim 1'e çok yaklaştı anne... Anne demek o kadar dikenli ki şu dilime, kan revan içinde kalıyor tüm diğer sözcüklerim. İçimde bir yangın var, hiç sönmüyor. Ağzımdan tek fiske duman sızdırmıyorum. Sanki böyle olması gerekiyormuş gibi... Sızdırsam ne olacak, hangi su dindirebilir ki bunu? Tüm kahkahalarımın arkasında, her gece döktüğüm bunca gözyaşını kimse bilmeyecek, anlamayacak. "İyi" diyecekler, sanki 1 olmuşum gibi. 0'larımı görmeyecek kimse, görmüyor da zaten. İnsanlarla karşılıklı bir sözleşmemiz var sanki, yokluğunu konuşmadığımız sürece varmışsın ve her şey yolundaymış gibi davranıyoruz. Karşılıklı bir şeyleri kandırmaca ama kim kanıyor dersen ben de bilmiyorum. Kolay olanı bu sanırım. Yarımları görmezden gelmek... Konuşulması yasaklı bir şeymiş gibi bu acı. Ama var ve canımı çok yakıyor, öyle ki tarif edemeyeceğim kadar çok... Sen olsan gözlerimden anlar, çoktan endişelenmeye başlar ve her gün odamın kapısına gelir "senin ne derdin var kızım? Üzülme kızım benim, ben sana dua ediyorum" derdin. Şimdi kimsem yok, var ama yok. Yani ne 1 ne de 0. Onlar da buçuk. Tıpkı her şey gibi. Senden sonra 1 hiç olmayacak zaten... Şimdilerde kapıma gelip "yemek yedin mi?" diye direten kimse de yok artık. Ama sen merak etme, yiyorum ben. Orda bile bunu dert edersin sen şimdi, biliyorum.
Bir parça saçın kalmış tokanda, bir gün bu kadar kıymetli olabileceği aklıma hiç gelmezdi. Şans eseri buldum. Mendillere sarıp sakladım. Bir parçasını sevdiğin o kokuna bulayıp, bir kolyeyle boynuma astım. Kimse bilmez. Kokunu alıyorum her gün, hiç gitmemişsin gibi. Senin yerine, "bebeğim" dediğin yastığına sarılıyorum, sen kokuyor o da. Arkanda bıraktığın izlerin arayışındayım, belki 1'e yaklaşır topladıklarım diye. Üst üste eklediğim hiçbir şeyin toplamı 1 kadar büyüyemiyor anne. Matematiğim yetmiyor bu arayışa...
Bahar bu sene gelmedi anne, sen gittin diye çiçekler açmaktan vazgeçti. Martta kar yağdı biliyor musun bu şehre anne. Biliyorsun tabi ki, buna rağmen üzerindeki menekşelerin hiçbiri solmadı bile. İki kez kar gördü toprağın, ikisinde de bir tek senin çiçeklerin dökülmedi. Bahar sen miydin annem, sen miydin de elini değdirdiğin her şey canlanırdı. Şimdi yattığın yerin üzeri bile bereketli. Nasıl olmaz, sen dokunuyorsun oraya... Toprağına uzansam, bana da dokunmuş olur musun? Çünkü benim tıpkı eskisi gibi dizlerine başımı yaslayıp düzelmem gereken, 1'e çekilmem gereken çok şey var. 0'a çok yakınım...
Rüyalarıma gelmen için çok dilekler diledim. Seni görmediğim her gün bir kez daha vazgeçtim dilek dilemekten. Başka bir şeyin olmasına gerek yok zaten. Benim başka pek bir dileğim kalmadı. Ama sen yine de keşke bırakmasan beni. "Küçüğüm o benim" desen yine. Hani küçüktüm ben? Büyüyemiyorum da anne ben, öylece buçuk kaldım ben. Ne küçülebiliyorum ne de büyüyebiliyorum.
Gündüzleri doğan Güneş ile ben yine 1'e doğru sahte bir yol alacağım, gün ortasında 0'a yönelecek batışlar. Geceleri yine 0'a çok yaklaşırp varamadan uyuyakalacağım... Tüm günler böyle devam edecek. Ben hiç tamamlanamayacağım, bu duygu hiç tamamlanmayacak, bu yazı hep yarım kalacak. Tıpkı ben gibi. O yüzden, son cümlesini hiç yazmayacağım bu yazının. Tam ortada bir yerlerde, okuyana göre 0'a ya da 1'e çok yaklaşacak ama hiç varamayacak...
Küçüğün
4 Ocak 2022 Salı
Enkaz
Bugün yine büyüdüm ben. İçimdeki boşluklar büyüdü sanki, bedenim küçüldü. Göğüs kafeslerimi bir kitap gibi açsam, içini kemirmiş güveler fışkırıverecek adeta… Bir sürü sözcüğüm var ağzımdan dökülen, bir sürü sese dönüşüp anlamlı bir bütün halinde kendini ifade eden. Her nedense büyük bir yetersizlik var sanki dilimde, hiç keşfedilmemiş kelimeler, hiç dile getirilememiş konuşmazlıklarım kalıyor içimde. Ambalaj gibi her şey, sözcüklerim, mimiklerim, gösterdiklerim… Yabani bir ot var içimde büyüyen, toprağın altında…
Kül olup rüzgarda uçsam diner mi? Damla olup yere düşsem biter mi? Gün olup batsam söner mi?
Öyle bir yalnızlık var ki içimde, en kalabalıklara karışmış… Öyle bir his var ki ruhumda, en büyük gülüşlerin ardına gizlenmiş… Dört bir yandan çivili duvarlar sarmalıyor sanki, öylesine gücüm yok ki hiçbir şeye… Sanki güzel olan her şey ölmüş, iyi olanlar soluyor. Elimde direndiğim her cephe bir bir düşüyor sanki. Sevdiğim her şey yitip gitmek zorundaymış gibi gün gün, teker teker tükeniyor. Tutamıyorum. Ellerim acıyor ama tutamıyorum! Mum gibi eriyor her şey. Görüyorum, tutamıyorum… Mumun alevine çarpan pervaneler gibi yanıyor gönlüm, söndüremiyorum. Keşke yine ben çocuk olsam, yemeği yemeyen de ben olsam, ilaçları tüküren de, ağlayan da, yalnız kalamayan da, doktorlardan korkan da… Büyümemeli insan, en azından bir yere kadar…
Hangi duyguyla savaşmam gerektiğine karar veremiyorum. Hüzünler arasında seçim yapabilecek kadar lüks içindeyim. En kötü olanı bulmaya çalışıp ötekisini değersizleştirmeye çalışıyorum. Ama beceremiyorum. Can’ım da pek kalmadı.
Bunca serzenişim güzeli görme arzusu değil. Çoktan vazgeçtim ben. Güzel, iyi ve mutlu olma arayışında da değilim. Koyu kahverengi bakıyorum hayata, olması gerektiği gibi. Azıcık sarı çokça siyah.
Yıldızlar döküldü, Ay dede de yaşlandı gitmek üzere, Nokta’nın üzerine yazarının göz yaşı düştü ve dağılıverdi tüm mürekkebi, renkli tuşlu piyanoların boyası söküldü, Sarı salıncaklar fırtınada koptu… Bu enkazın içinde bunca cesetle birlikte, gecenin karanlık ayazında yere oturmuş öylece ağlıyorum… Tek bildiğim bu… Tek yapabildiğim bu… Tek canlılığım bu… Tek… ve bu…
29 Kasım 2021 Pazartesi
MEVSİM KIŞ

Ruhum sancıyor. Ağrıdığı sızladığı hiçbir yeri gösterecek bir doktorum yok. İlacım da yok. Ve ben geceleri daha çok acıyla uyumaya çalışıyorum.
İçimde bir kıyamet var, atom bombaları patlıyor göğsümde. Kaburgalarım şarapnel parçaları gibi dağılıyor etrafa, ruhum radyoaktif bir madde gibi sızıyor tenimden bedenimi zehirleyerek... Koskocaman bir gürültü var beynimde, asırlardır yaratılmış tüm besteler ve çığlıklar aynı anda çalıyor. İçimde büyüyen koskocaman bir karadelik, karanlıkları bile yutuyor. Ruhumun sızısından yorgun ve bezgin uyanıyorum her sabah. Sanki tüm gece sızlayıp bir çiçek gibi açıyor yaralarım. Kabuk bağlaması gerekirken gittikçe büyüyor, huzur kaybından ölüyorum... Bunca patırtı kızılca kıyamet koparken tüm benliğimde, kimse görmüyor. Kimse içimde patlayan bombaları, çığlıkları duymuyor. Kaburgamı deşen patlamalardan hiçbiri yaralamıyor kimseyi. Kimse görmüyor beni... Kimse ölmüyor...
Kalabalıklar içinde öylesine yalnızım öylesine hasta ki... Ruhumu acısından tanıyacak bir kimse yok. Yorgunluğumu fark edecek kimse yok... Ah bu içimdeki kıyamet öldürecek beni...
Dudaklarım oynamadan bağırıyorum, gözlerim açık dalıyorum karanlığa... Binbir çeşit insan içinde yürüyen bir kıyamet oluyorum. Kimse yanından geçen alevleri görmüyor. Kimse ruhumdaki serzenişleri duymuyor. Küçücük bir bedene büyük bir son yerleştirdim, evrenler çarpışıyor içimde, yıldızlar kayıyor, topraklar çoraklaşıyor, kıtlık geliyor verimli tarlalarıma, fırtınalar çıkıyor denizlerimde ve gemilerimin hepsi alabora... Boğuluyorum diyorum, ama bitmiyor o dipsiz maviler, battıkça batıyorum, ne zaman son bulacak bilmeden tüm okyanuslarım içime doluyor, maviler içinde boğuluyorum. Mavilerden soğuyorum. Sevgimle beslediğim ebabil kuşları geliyor, ruhumu serdiğim her yeri helak edercesine fırlatıyorlar nefretlerini. En büyük fillerim devriliveriyor.
Simsiyah bir renkken ruhum, kahverengi bakıyor gözlerim. Demini almamışçasına... Kuşlarım ölüyor, kuzgunlarım bile saldırıyor uçsuz bucaksız hayallerime.
Aynı yerden kanamayacağım, kendime bir daha bunları yaşatmayacağım dediğim her şey hep yenileniyor. Bir hatayı kaç kere daha işleyebilirim. Her seferinde renkli birkaç şeker kanan çocuk gibiyim. Karanlığımın içinden sızan ufacık bir mavi ışığa aldanıyorum, kara deliklere sürükleniyorum. Dipsiz derinlikler yutuyor ruhumu. Ölüyorum, kimse görmüyor.
Bazen çiziyorum ruhumun sızılarını, çaresizliklerimi. Resimlerime bakıp çiçekler görüyor insanlar, içinde büyük bir savaş barındırıyorum oysaki.
Yeter, bu kanışlarım son bulmalı. Son bulmalı bu güzüm. Kışı da yazı da sevmeye başlıyorum. En doğru en net mevsimler oldukları için. Yarın son Kasım, güzün son günü. Kışın ilk günüyle Kışlara alışmayı seçiyorum. Güzün sararıp dalından düşmüş her yaprağın üzerine karlar yağdıracağım. Göz yağmurlarının donma zamanı. Mevsim şimdi soğuk ve geceler daha uzun... Toprağın altında saklanan bir tohum gibi içime çekiliyorum. Rengimi bilmiyorum, donda çürür müyüm bilmiyorum. Bir baharın sıcak Güneş'i olur mu filizleneceğim bilmiyorum. Toprağımı kimse eşelesin istemiyorum. Şimdi kış vaktidir.
21 Temmuz 2021 Çarşamba
Dilemmam
İçimdekileri nasıl akıtırım bir yerlere hiç bilmiyorum. Tüm öfkem, mutsuzluklarım, hüzünlerim, anlık mutluluklarımdan parçalar, yalnızlıklar, kalabalıklar hepsi aynı kazanda bir karmaşa içinde kaynıyor. Fokurdadıkça içim parçalanıyor sanki ama taşamıyorum. Tüm bu karmaşanın kaosun içinde korkunç bir durağanlık var eylemlerimde, öylesine tezat! Biriktirmeyi seçmişim sanki ama seçimsizce. Şimdilerde ise korkunç artçı duygu patlamaları var yanardağ misali ruhumdan taşan lav parçalarına engel olamıyorum, gözlerimden akıp önüne çıkan her şeyi yakıyor.
Ben kötü değilim, ya da vicdansız veya kalpsiz… Kalbimi, naif olduğum her şeyi binbir eziyet ile saklı odalara, mahzenlere kilitleyip devreye otonom ruhlar yerleştiriyorum her sabah. Balonlarını ay dedeye sunan küçük kız yine içimdeki mahzende kilitli, karanlıklarda. Korktuğunu, ağladığını biliyorum; gökyüzünü görmek için çığlıklar attığını duyuyorum; yıprandığını, yara bere içinde bana yalvardığını da görüyorum ama yapamam… Küçük kızın ölmesi gerek belki de, biraz acı çekerek olsa da… Ya da katili ben olacak olsam da… Ben bu suçu isteyerek işlemedim…
Kimsem olmadığını fark edeli de çok olmadı. Gülücükler saçarken kalabalığım ama küçük kızın çığlığı az biraz dışarı sızsa, kapkaranlık ve ıssız bir kimsesizlikteyim…
Büyüdükçe Ay’a bakmıyorum, masallara inanmıyorum, ağlarken yıldızlara değil de duvarlara bakıyorum. Sarı salıncaklar, sallanan topuklular da yok artık. Çizmiyorum, boyamıyorum, konuşmuyorum, duymuyorum, bağırmıyorum, isyan etmiyorum. Büyüyünce uysallaştım ben ya da yalnızlaştıkça. Artık ele avuca sığıyorum, kanatlarım saç tellerim gibi tüy tüy ardıma düşüp yok olalı çok oldu. Kuş tüyleri ilk rüzgarla uçup gider, iz bırakmaz ardında… Sadece fazla öfkeliyim ama bu da büyük olmanın şartı değil miydi?
Gözlerimin kahvesinden kalan 33 yılı sessizce bir şişeye koyup usulca maviliklere bırakıyorum. Bulana armağanım olsun vesselam… Zira ben göz fincanımda kalan beyazlıklardan fal okumayı da bilmem, göz bebeğime varmadan biriken telveme bakınca anlar mısın beni? İçimdeki kızı bulup benden kurtarabilir misin onu da? Ya da boşverelim bunları, bu falda çok göz (!) çok yol var. Göz kapağıyla şöyle bir kapatıp, iki damla gözyaşıyla çalkaladık mı tamam! Fal kapandı, küçük kız içerde, yönetici büyük ben başta, kazan kaynıyor, lavlar taşıyor, günler geçiyor… Sil baştan geri döndüysek yazının sonu gelmiş demektir. Kendi labirentimi bıraktım buraya. Çıkış yolunu bulan bizi de alsın yanına! Rastgele!
Efsunkar

