Altın kalem kağıda döklünce, kağıt kalemden daha değerlenir.

3 Aralık 2022 Cumartesi

Vitrinimdekiler

   


    m duyguları alınmış ve geriye yalnızca hüzün kalmış olmanın ne demek olduğunu tarif edebileceğimden emin değilim. Ya da dışı cafcaflı ambalajlarımı oluşturma süreçlerimi tezahür edebileceğimi… O kadar çok özledim ki yüzümde kahkahalar atarken içimde hissedebilmeyi, şaşırmayı, korkmayı, heyecanlanmayı… Mumyalar gibi içim boşaltılmış da yalnızca iki şeyin, acının ve hüznün içimde bırakılmış gibi hissetmenin ne demek olduğunu da tarif edemem… İçi boş, dışı allı pullu elbiselerle süslenmiş kurmalı oyuncak bebekler gibi hissediyorum son zamanlarda. Her sabah gün bitene kadar sırtımda dönen bir mekanizma ile günü zar zor bitirdiğim... Sonrasında yarım yamalak bir uykuyla ertesi güne yeniden mekanizmamın tersine kurulduğu... Kalbim var mı bilmiyorum. Ruhum var mı ondan da emin değilim. Ben var mıyım desem, orası da şaibeli. İçime batan bunca acının sancısı olmasa varlığımı kendime ispatlamakta zorlanırdım herhalde… Gerçekler ve rasyonel olan her şey dışında hiçbir şeyi göremeyen gözlerim ve bundan mütevellit kimyasalların gücüne sığınan bir bedenim var şimdilerde. Böylece acımı da bir nebze bastırmanın yolunu bularak içimde kalan son insanı şeyi de uzaklaştırır oldu hayat. Umursadığım şeyler de kalmadı sanki. Malum kaybetmediğim, umursanacak pek bir şey kalmadığından da olabilir bu. Peki ya şimdi? Şimdi neyim ve kimim ben?


    Anlık bir hafıza ile otomatik bir portakal olup günlük rutinlerimi bilinçsiz gerçekleştirirken akan zamanda sözde yaşlanıyor bedenim. Büyümek demiyorum bu sefer, yaşlanmak… O kısmı çoktan halletmiştik diye düşünüyorum. Sarı salıncakların zinciri kopmuş, topuklularımın da tabanı su sızdırıyordu attım. Rapunzelin umut kokan saçlarını, annemin en sevdiği boyda kestirdim. Hoş, görse daha iyisini yapabileceğini söylerdi muhtemelen. Tabi ki yapardı da! Dokunduğu her şey gibi…


    Ben bir yıkım gibiyim. Duygusuzlaşmamın sevdiğim bir yönü var. Sevemediğim her şeyi kendimden kurtarıyorum. Azıcık bir sevgi rengi bulaşmaya başladığında ellerime, kapkara bir boya dökülüyor üzerine. Önce, Zeze’nin şeker portakalı ağacı gibi ağaçlarım kesildi. Sonra köpekler sevdim çokça ve bir kaçı öldü kalanını da almışlar, bir daha bulamadım. Çiçeklerim vardı konuşarak sevdiğim, hastalandı ve çürüdüler. Kurtarmaya çalışıyorum hala… Kısacası, ben sen oldum sevgili Nokta “.”. Yazarına rolünü nasıl bulaştırdığını ve bu yolu nasıl keşfettiğini, hangi mürekkep büyülerini kullandığını bilmiyorum. Şimdilerde tıpkı ben de senin gibi, sonuna geldiğim her cümlenin bitişiyim. Sonrasında yaşayacağım her cümle boyumdan büyük harflerle başlayıveriyor. Öncesinde sonlandırdığım cümlelerin sonrasında gelen bu yeni cümlelerin kaç satır süreceğini bile bilmeden, sonuna geleceğim satırı düşünmekten uykularım kaçıyor. Kaderin paragrafları arasında çok büyük satır başı boşluklar var… Bir türlü sonuca varamadığım sayfalar dolusu bir yazının gelişme kısmında takılı kaldım, çıkamıyorum. Bundan daha büyük bir intikam alamazdın benden. Oysa seni konuşturan bendim, bunca zaman hiçbir yazarın ağzını açtırmadığı seni ben var etmiştim. Kendi rolün ise benim varlığımdan çok önce belirlenmişti. Benim yazarım kim peki Nokta? Senin benden nefret ettiğin gibi ben de ondan edebilir miyim sence? Nefret de bir duygu elbette, ne yazık ki onu da unuttum…


    Her şeye inat hala bu romanda olmam gerekiyor benim. Kimseler çiçekler bırakmıyor sayfalar arasına belki ama hala her pazar ben ellerimle taşıyorum baharı, ölümün kol gezdiği ve hayatın hiç olmadığı diyarlarda… Hayatla savaşmaktan öylesine yıprandım ki, artık karşı koyup yıpranmak yerine her şeyiyle kabul ediyorum. Zamanla birlikte sürükleniyorum… Bilmem kaçımda bir dala toslarım da dururum. O güne kadar bir tek ben var. Kahverengi gözleriyle, kısa saçlarıyla, ilaçlarıyla, efil elbiseleriyle, pembe rujuyla, ayıcıklı çantasıyla, beyaz kulaklığıyla, balığıyla, kahvesiyle, sahte kahkahalarıyla, gece çöken gözyaşlarıyla, rüyasız uykularıyla, kalpsizliğiyle, duygusuzluğuyla, asla kullanmadığı ama almaktan vazgeçmediği bomboş sarı yapraklı defterleriyle, Van Gogh sarısıyla, çiçekleriyle, süslü tırnaklarıyla, kırmızı çantalı e kitap okuyucusuyla, sessizliğiyle ve ruhsuzluğuyla var… Varım ben hayat, ne yazık ki varım. Var olmanın zorunluluğu altında ezildiğim, senin kabullenmekte zorlandığın bir varlıkla ve koskoca bir yoklukla varım hem de. Ne demiştik hani, ne 1 ne de 0. Buçuk! Yön duygum kötüdür benim, sadece hangisine doğru yürüdüğümü bilmiyorum. Fakat bu yolda yürüyebildiğim her sabahın başarısını da gururla kabul edeceğim. Yoksa çok geceler vardı vazgeçmek arzusunda olduğum. Teşekkürler bilim, kimyasallar çalışıyor. Benim çıkmayan deneylerimin aksine!


    Seni özledim mikroskop gözlü kız, tam hissetmesem de beynim özlediğimi söylüyor bilmiyorum. Kim bilir, belki bir gün yağmurlu bir akşamüstü bir yağmur damlacığını yeniden görebilir ya da Ay Dede’yle sohbet etmeye başlayabilirim. O kadar çok şey birikti ki içimde Ay Dede, içimdeki mezarlara sığdıramıyorum artık hiçbirini. Ne zaman kokuşup gün yüzüne vurur bilmiyorum içimdeki anı cesetleri… Sahi, bana yine masallar anlatabilir misin? Balonlarımı hatırlamıyorum. Bana beni hatırlatabilir misin Ay Dede? Yıldızım’a selam söyle olur mu, bir dileğim olmadığı için içi rahat uyuyabilir. En azından o kaymak zorunda kalmayacak benim için. Şimdilerde hafızam o kadar kötü ki, yoksa çoktan onu da mı kaybetmiştik? Lütfen böyleyse dahi bana söyleme olur mu? Canım çok az. Büyümüş müyüm Ay Dede? Annem’e de söyle bunu olur mu? Bulutlara da söyler misin lütfen, çiçeklerini susuz bırakmasınlar. Teşekkür ederim… Hala beni dinlediğin için… 


Efsunkar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder