Ben onun gözlerinden düşen bir
damlayım. Rengim, kokum olmayabilir ama somut bir şey arıyorsanız tadım olduğunu
ekleyebilirim. Biraz tuzlu ve hafif kekremsi… Ama bana sorarsanız da acıdır.
Benden çok sebeplerim önemlidir aslında. Ama öylesine düştüm ki onun
gözlerinden, bana sebep olanlar bile böylesine düşemedi gözünden…
Bazen anlayamıyorum onu, aslında
çoğu kez anlayamıyorum ve bakacak olursanız anlama yeteneğim de yoktur pek.
Bazen hiç susmadan hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Ona yetişemiyorum bile böyle
anlarda ve pınarlarımın kuruduğunu hissediyorum, ölüyorum adeta. En ilginci de,
bazen tam yolculuğuma hazırlanıyorum ki, bir de bakıyorum öylece kapı eşiğinde
kalmışım gözlerinin, kirpiklerinin arkasından etrafı izliyorum. İzin vermiyor
gitmeme. Uzun bir süre gözkapaklarının kepenkleri bile inmiyor, olur da düşerim
diye. Sanırım bu anlarda, boğazında da
düğümleniyor bilmediğim pek çok sözcük.
Onlar da yolculuğa hazırlanıp yanlış anonsmuş gibi tıkışıyorlar dudak
kapılarına.
Gözyaşı
diyorlar bana. Ne kadar da basit bir kelime. Gözün ıslaklığını betimliyor
sadece. Oysa tüm bu iki kelime dışında neleri betimlediğimin farkında bile
değil kimse. Rengimin olmayışı bile bundan. Mesela beyaz olsam hemen
kirlenirdim, siyah olsam hemen görülürdüm. Saklanılması gereken bir şeymişim
ben. Bu yüzden rengim olamaz benim.
Özelim ve gizli bir sırrım ben… Yüzünün her kıvrımını avcumun için gibi
bilirim. Süzülebilirim en dik yamaçlarından… Atlayabilirim en yüksek
uçurumlarından… Ve sona doğru, bir şelaleymişçesine düşerim çene kemiklerinden…
Çok profesyonelim vesselam.
Her
atomumda saklanmış bir acı ve arkasındaki kocaman hikayeyi taşıyabilirim.
Kimsecikler duyamaz, dokunamaz onlara… Ama,ama… Kalbe dokunanlar vardır ya
hani, onlar yükümü hissedebilir… Fakat onlardan da pek kalmadı şu zamanlarda,
ya da olan da zaten benim sebebimdir ve kendi yükünü ellerime kendisi tutuşturmuştur.
Böyle de riyakar olmamalı insan!
Hem su
olup hem de ateş olmayı nasıl ister bir gözyaşı. Ben ateş olmayı o kadar çok dilerdim
ki. Yükümü bir kıvılcımda yakmayı, cennet gibi olan renkli göz vatanımdan beni
sürgün edenleri yakıp yıkmak isterdim. Güçlü olmayı ve her acıyı ellerime
tutuşturanların ellerini de yakmak isterdim. Güçlü olurdum o zaman… Sıcağından
korkup, vatanında bırakmak için tanrıya yalvardıkları bir güç… Ya su, su olmak?
Kalp kumsalına yazılmış her şeyi bir dalgayla düzeltip hiçbir iz bırakmamak…
Koskoca bir yağmur ve selin getirdiği dalgaların ardından sahildeki yazılmış
her şeyi silip köşeye çekilmek… Gösterilmekten utanılan biri olmak… Gündüzün
parlaklığını bile layık göremedikleri bana, geceyi ve karanlığı layık görmek… Hayır hayır bu güç
değil, bu güç olamaz. Bu olsa olsa temiz bir kalbin, tıpkı canını yakmak
istemiyormuşçasına, onu üzen kişinin saçını bir tutam çekmesine benziyor.
Dövdüğünü zannederek gururunu ayakta tutup, bir yandan da acıdığı vicdanıyla
rahat kalabilme durumu… Ah şu bizim budalalar, ne kadar da acizleştiriyorlar
beni… Halbuki ya, ateş öyle mi? Keşke ateş olsaydım…
Doğumdan
ölüme hep varımdır ben. Elimde damladan bavullarım göz çukurumda bir emir
beklerim. Göçebe bir hayatım vardır benim. Sahibimin ilk duygusallığında
hazırlanır, kirpiklerin arkasında esen olay rüzgarlarını hissederek hareket
emrini beklerim. İlk emirde kızağımla kaymaya başlarım göz altı kapağından ve
de bazen köz kenarlarından… Zor bir iş olduğunu söylemeliyim. Çoğu zaman olay
rüzgarlarına, şiddetli anı tipileri de eşlik eder. Bu anlarda yolumu
kaybetmemek için çok emek sarfederim. Çünkü yüküm daha da ağırlaşır… En kritik
noktalardan, ölüm tehlikemin dahi olduğu yerlerden biri ise kağıttan bir
sayfadır. Çene kemiği engelini başarılı
geçemezsem, doğru kavisi yapamaz isem düşüveririm… Öylesine yüksekten, öylesine
sert bir zemine düşerim ki, her harfin uçları batıverir etime. Ve mürekkep
çamurunun, daha ilk kokusunda nefes alamam. Sevmiyorum buraları… Çok kasvetli
oluyorlar… Ve de oldukça kalabalık. Bu kadar kelimenin gürültüsü içinde sağır
olmamak elde değil.
Düştüğümde, üzerime saplanan ilk
harfin uzun çizgisi ile yere yığılırım… Ayağa kalkacak gücü dahi bulamam. Kağıt
zemine yayılırım. İşte bu kez mürekkep bataklığına batmış olurum. Buralarda bir
bataklığın üzerini örten sahte çiçekler gibi kelimeler vardır. Genellikle
bağlacı, edatı çok olan. Neden hep böyle denk gelir bilmiyorum ama çoğu kez
böyledir durum. Hiç bitmek bilmeyen “ama, ama, ama…a….a….” sarmaşıkları, “ve ve
ve, v…” yosunları… Hepsinden tiksiniyorum. Jübilemi yapamadan rezil olduğum bir
yer burası… Ha, ne demiştim size, ateş olmak! İşte ateş olsam, buralarda
kılıbık bir damla olup süzülmek yerine, o sevemediğim geveze kelimelerin
hepsinden kurtulmuş olurdum!
Zaten o
da, onlara benden daha değerlilermiş gibi davanıyor. Önemsemiyor beni.
Peçeteden gemilere bindiriyor tekrar yolluyor beni uzaklara… Halbuki onlara
öyle mi? Yazıp yazıp yok olmalarına izin bile vermiyor. Sonra üstüne bir de
güzel renkli cafcaflı kıyafetler giydirip, klasörlere kaldırıyor. Kimi zaman
başkalarına okutup övgülerini topluyor. Ya ben? Tüm yükünü çeken ben? Daha
göğsünün üzerine bile düşmeme izin vermeden paketleyip attığı ben… Göstermek
bir yana, tüm gecenin karanlığında tutuyor beni. Gözlerinin arkasında sakladığı
bir kaçışım ben. Alt tarafı bu… Ama bir ateş olsam, ah bir ateş olsam böyle mi
olurdu? Parıl parıl parlardım tüm karanlıkta… Alev alev yakardım düştüğüm yeri…
Ah pek bir güzel olurdu doğrusu…
Bir
defasında, göz topraklarından çıkmam için her zaman verdiği hüzün vizesinin
aksine mutluluğu verdi. O gün ilk defa beni görmelerine izin verdi. Bu, bu tarif
edilemez bir heyecandı. Akışkanlığım titriyordu adeta. İlk kez sahneye
çıkıyordum izleyicimin olduğu. Katı mı sıvı mı yoksa hepsinden öte gaz mıydım
ben? Hepsini şaşırdım! İlk bir afalladım,
inkar edemem fakat onda da sanatımı ustaca gösterdim. Büyüdükçe değişiyor mu
ne? Umarım öyledir ya da şöyle demeliyim: Umarım artık akıllanıyordur hüzün
konusunda…
Ah bir
bilseydi ateş olduğumda nasıl heybetli ve güzel olacağımı, o zaman direk izin
verirdi o olmama. Onu hüzünden kurtaran bir kahraman olup uzun bir süre
emekliye çıkabilme imkanını bana bir verseydi!
Neyse
ki benle uyumayı öğrendi. Yastığına süzüldüğümde artık bunu umursamıyor. Hatta
seviyor beni. O lanet olasıca kâğıtlar da olmuyor o anlarda üstelik. Hem onlar
gibi budalalar içeriden gelmenin ne demek olduğunu bilemezler. Alt tarafı birer
kağıtlar hepsi bu(!) İstesem
,iste..,ist… Her neyse, ne demiştim? Hah, doğru! Önemliyim ben ve de özel… Ah
bir de şu aşkla baş etmeyi öğrenebilsem de, su oluşum bir işe yarasa diyorum
bazen. Ama ateş işte o, ateş! Bir
dakika, …. Doğru ya ben de suyum… Söndürebilirim onu! Çığlıklarına dek
duyabilirim ölüşünün. Ah, ne de safmışım
ben, beni söndüremezler oysa… Ama ateş
olmak? Kahretsin ki söneceğimi bilsem bile güzel işte!
Efsûnkâr

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder