Altın kalem kağıda döklünce, kağıt kalemden daha değerlenir.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

YAĞMURLU BİR GÜN VE BİR GÜNEŞ

                      
   
      Bardaktan boşalırcasına yağıyordu yağmur. Aceleyle koşup bir telefon kulübesinin altına sığındı. En azından biraz dindiğinde yola devam edecekti. Tam karşısındaki apartmanın altında ıslanmaktan kurtulmaya çalışan bir adam daha vardı. Onun dışında sokak sakindi. Sadece yağmurun o mükemmel sesi ve havadaki o toprak kokusu vardı. Bu adam ona mı bakıyordu? Evet, evet tam da ona bakıyordu. Hafiften göz ucuyla tekrar baktı ve hala bakıp bakmadığını kontrol etti ama işte hala bakmaya devam ediyordu. Oldum olası sevmezdi böyle şeyleri. Neydi şimdi bu böyle? … Bu bakışlardan ne kadar kurtulmak istese de nafileydi çünkü küçük kulübenin içinde bir yere kıpırdayamıyordu. Üstelik apartman da kulübenin tam bakış açısındaydı. Çaresizce beklemeye devam etti. Utangaç biriydi aslında. Zaten çoktan kızarmaya ve rahatsız olmaya başlamıştı aslında. Terlemiş ve bunalmıştı. Yağmurun bir an önce dinmesini istiyordu. Fakat yağmur dinmenin aksine daha da hızlanıyor gibiydi. Bu yağmur da neye inattı ki böyle?
         Nihayet yağmur biraz dindiğinde apar topar çıktı kulübeden ve koşar adımlarla uzaklaşmaya baktı oradan. Bir arabanın camından fark etti arkasından gelmekte olan kişiyi. Bir daha baktı ve bu o adamdı. Bu kadarı da fazlaydı ama… Biraz çekinir oldu, çünkü burası İstanbul’du. Kimin iyi kimin kötü olduğunu anlayamazdınız. Hemen yol üzerindeki bir kafeye girdi. Hem biraz dinlenmek, üzerini kurulamak ve nihayetinde de bu adamdan kurtulmak için… Az sonra lavabodan döndüğünde adamı bir masada oturuyorken buldu. Belki de günahını almıştı. Adam da onun gibi zor durumda kalmış ve o apartmanın altına sığınmıştı. Onun gibi de ona bakmak zorundaydı. Ama nedense bunun aslının bu olmadığını düşünmek daha mı ağır basıyordu o tehditkâr bünyesine ne… Fark etmemiş gibi oturdu bir masaya ve bir Türk kahvesi söyledi bol köpüklü. İyi ama adam hala ona bakıyordu. İşte asıl şimdi sinirlenmeye başlamıştı ve bu kadarı fazlaydı. İlkin fark etmiyormuş gibi yaptı. Kimdi bu ve nasıl cüreti kendinde bulabiliyordu ki? Belki de şu şehir erkeklerinden biriydi. Saçma taktiklerini uyguluyordu. En nefret ettiği şeylerdi bunlar.
        Tam kalkmaya hazırlanıyordu ki adam birden gelip masanın yanında tebessüm ediyordu. “İzninizle…” diyerek cevabını hiç beklemeden oturdu masaya. Sanırım şoktaydı. Böyle bir şeyle ilk kez karşılaşıyordu. Tekrar kızarmıştı ve kanın beynine çıktığını hissediyordu. Ne diyeceğini şaşırmıştı. Tam ağzını açacaktı ki… “kusura bakmayın, rahatsız ediyorum fakat izin verirseniz bakmamın sebebini açıklamak isterim. Yanlış anlaşılmak istemem. Evet, az önce apartmanın altında yağmurdan korunurken sizi izliyordum ve arkanızdan da bu kafeye girdiğinizi görünce dayanamayıp geldim. Evet, bakıyordum çünkü elinizdeki poşet dikkatimi çekmişti. Dediğim gibi beni yanlış anlamanızı istemem. Amacım sizi rahatsız etmek değildi fakat eğer ettiysem çok üzgünüm, özür dilerim.” Dedi. Ne olduğunu bile daha anlayamadan adam bir sürü sözcük sarf etmişti. Tam kızmaya hazırlanıyordu ama bu nazik konuşma ve sonundaki özür onu bundan vazgeçirdi. En azından düşündüğü gibi biri değildi ve kibarca gelip özür dilemişti. Uzatmanın bir anlamı yoktu. Ama aklına da takılmıyor değildi hani neden bu kadar dikkat çekmişti ki şu poşet? Çok mu büyüktü yoksa? Sormadan geçemedi:     “yok aslında fark etmemiştim ben pek (!) , olabilir bu tarz şeyler, mühim değil. Fakat bir şeyi çok merak ediyorum. Neden bu kadar dikkatinizi çekmiş olabilir ki bir poşet? “ adam kibarca gülümsedikten sonra: “ Aa, elbette. Özür dilerim bunu eklemeyi unuttum. Kesinlikle benim hatam. Poşetin içinde sanıyorum bir tuval var. Aslında elinizde de geçen ayki serginin broşürünü gördüm. Ve resimle ilgileniyor olduğunuzu düşündüm. Yanılıyor muyum yoksa? “
Saçma bir nedendi aslında ama saygısızlık etmek istemedi. “ hayır, yanılmıyorsunuz, uzun zamandır resimle ilgileniyorum ve evet geçen ayki sergiye gitmiştim, bunu da yakın bir arkadaşıma vermek için saklamıştım. Ama sanıyorum bu şehirde benim gibi resimle ilgilenen yüzlerce insan var… “ adam bir kez daha gülümsedi. “ elbette, (gözleriyle masanın ucundaki tıp kitabını göstererek) ama sanıyorum ki doktor olarak bunu devam ettiren çok az kişi var, belki de parmakla sayılacak kadar…” diyerek gülümsedi. Güldüğünde gamzeleri mi belirginleşiyordu? Her neyse ne zaten çoktan hastaneye geç kalmıştı. Bir an evvel gitmeliydi yoksa fazlasıyla azar işitebilirdi. Zaten olması gerekenden çok şey dinlemişti. Kahvesinden son bir yudum daha alarak kalktı. “ belki de dediğiniz gibidir, fakat az sonra bu biraz daha azalabilir. Çünkü biraz daha gecikirsem doktor ve ressam yerinde sadece ressam olarak kalacağım.” Dedi ve toparlanmaya başladı.
           Adam da kalkmıştı. “haklısınız, vaktinizi aldığım için bir kez daha özür diliyorum ama bu burada bitsin istemem. En azından resimle ilgilenen biri olarak fikir alışverişlerinde bulunabiliriz. Bu benim atölyemin kartı. Kabul ederseniz çok memnun olurum. “ dedi ve kartı uzattı. Kibarlık olsun diye kartı aldı. Ama arayacağını hiç sanmıyordu. Tokalaşırken ismini öğrendi. “ izin verirseniz taksi çağırayım.” Dedi. “buna hiç gerek yok ben halledebilirim.” “öyleyse izin verin bu yağmurda şemsiyesiz beklemeyin şu taksi durağına kadar eşlik edeyim.” Dedi. Reddedecekti fakat kafenin camekânından ısrarla yağmakta olan yağmuru görünce kabul etmek zorunda kaldı.
         Kafeden çıkar çıkmaz bir poyraz esti birden ve elindeki broşür yere düştü. Eğilip aldı ve aniden kalkınca adamla çarpışmaktan son anda kurtuldu. Onu izliyordu çünkü… Doğrulduğunda da göz göze gelmişlerdi. Bir iki saniye süren bu bakıştan hemen elindeki broşürü çantasına sokmaya çalıştı. Birden sakarlaşmış mıydı? Olamaz işte yine kızarmaya başlamıştı ve bu kez bunu hissedecek kadar fazlaydı! Kızardığı anlaşılacak diye midir nedir, karnında ağrılar, saçma kıvılcımların bir oraya bir buraya çarpıştığını hissediyordu.
       Nihayet boşta bir taksi buldu ve binmeden hızlıca bir tokalaşmanın ardından taksiye bindi. Araba boş ve ıslak asfaltta ilerlerken cama damlayan yağmur damlacıklarının arkasından puslu bir İstanbul’u izliyordu uyanmakta olan… Sonra bugün yaşadıklarını düşünmeye başladı. Ne zaman adamın o bakışını ve gülümsemesini hatırlasa aynı şey oluyordu: bir köz parçası içinde közleniyor ve küçük kıvılcımlar yine midesinde gezinmeye, kalbi de korkmuş bir güvercin gibi atmaya başlıyordu. Bunun adını ve ona olanları kelebekler adı altında duymuştu. Aslında teşhis belli gibiydi ama olmasından korktuğu bu şeyin o olmadığına emindi. Beyni böyle düşünmeye zorluyordu onu. Ama izin vermeyecekti. Zaten bu tarz şeylere de vakti yoktu. Yorucu bir gün daha onu bekliyordu zaten.
        Hastanede bir o yana bir bu yana koşuştururken acilde eli yaralı bir vakıanın olduğunu ve arkadaşının da işi çıktığından ona bakması gerektiğini öğrendi. Odaya girdiğinde karşısındakini görünce şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırdı, eli ayağına dolaştı. Yok, yok bir de şimdi herkesi ona mı benzetmeye başlamıştı? Ama bu kanıyla, canıyla zaten oydu. Nasıl bir tesadüftü ki bu? Bunlar vızır vızır geçerken aklından bir ses kendine getirdi onu. “merhaba doktor hanım, şaşırdığınızın fakındayım fakat biraz daha şaşırırsanız ben de artık bir ressam yerine buradaki daimi bir hasta olacağım.” Diyerek gülümsüyordu. Adamın eli kesilmişti. Pansuman yaparken mecburi elini tutmuştu. Ah, hayır ama yine mi kıvılcımlar… Başını olduğunca kaldırmamaya çalıştı.
       O pansuman yaparken adam konuşmaya devam ediyordu. “ atölyemde her zamanki gibi resim yapıyordum, evden acil çıkmam gerekti ve aniden şişelerden birini devirdim. Tutayım derken de malum… “ “biraz derin kesmişsiniz ama merak edilecek bir şey yok. Sadece birkaç gün sol elinizi kullanamayacaksınız. “işte bu konuda üzgünüm doktor hanım, ben ona dur yerinde desem de o durmayacak, bir yerlerden mutlaka bir fırça bulacak… suç bende değil ama…” hala gülümseyebiliyordu. “solak mısınız yoksa?” “evet, sanırım siz de öyle az önce dikkat ettim de sol elinizi kullanıyordunuz.” “evet, doğru analiz etmişsiniz.”ilk kez ona gülümsedi bu kez. Sanki karşısındaki bu gülümsemeyle tüm acısını unutmuş gibi bakıyordu ona. Elini unutmuştu sanki. İşi bittiğinde adam ekledi “ teşekkür ederim, fakat hala beni aramamış olmanıza çok üzüldüm. Ben resim hakkında paylaşabilecek şeylerimizin olduğunu düşünmüştüm.” Dedi. “ yanlış anlamayın, aramak istemediğimden değil (!) sadece vaktim hiç olamamıştı.”  Şimdi de yalan mı söylüyordu? Kendinden utandı bir an. “öyleyse daha sık mı sakarlık yapsam?” konuşurken gülümsemesinden hiçbir şey kaybetmiyordu. Bir şey diyemedi bunun karşısında. Hani aslında daha mı iyi olurdu? İçinden bu düşüncesine o kadar güldü ki bir an kendini kaybedip gerçekten kahkaha atmaktan korktu. Adam devam etti “zannediyorum hafta sonları çalışmıyorsunuzdur. Eğer öyleyse lütfen bu hafta sonu misafirim olun.” Masumca ve dostça bir teklifti bu ve yaptığı çalışmaları da merak etmiyor değildi hani. “peki, eğer bir problem çıkmazsa neden olmasın.” “buna inanın çok sevindim. Kartta gerekli adres ve telefon numarası yazıyor. Oradan bana ulaşabilirsiniz. “ gerekli evrakları doldururken “pardon isminizi alabilir miyim?” diye sordu bilmezlikten gelerek. Oysa kartın üzerinden okumuş ve bir an olsun çıkmamıştı ki ne bu isim ne bu harf aklından. “söylemiştim ama aceleye geldi ve unuttunuz herhalde… “ diyerek bir kez daha telaffuz etti ismini.
         O gün eve vardığında ilk kez yorulduğunu hiç hissetmedi. Aksine tatlı bir yorgunluk vardı üzerinde. Erkenden yemeğini yedi. Yemeği yerken neden onun da burada karşısındaki sandalyede yemeğini yiyor olmasını istiyordu ki? Başını yastığa koyduğunda hep hastaları, hastaneyi, günlük işlerini düşünürdü ama bu gece bambaşka şeyler vardı aklında. Birileri, gülümsemeler varken zihninde yine her zaman yaptığı gibi geçiştirip tüm düşünceleri uyumaya çalıştı ama engel de olamadı birçoğuna.
        Güneşli bir hafta sonuydu. Güneş bir peri kızı gibi süzülürken içeri, bir telefon sesi uyandırdı onu. Yarı açılmış gözlerle telefonun ekranına baktı. Tanımadığı bir numaraydı. Zoraki açtı telefonu. “günaydın, bu saatte rahatsız etmiş olabilirim ama akşam arayacaktım geç olduğunu düşünüp ertelemiştim. Kahvaltıya bekliyorum diyecektim, kahvaltı etmenizi istemediğimden erkenden aradım, bağışlayın beni.” Sesinde bile tebessüm vardı. Kendine gelmeye çalışırken hafifçe doğruldu yatakta. “ne o unuttunuz mu yoksa bugün bana davetlisiniz ya?” “Aa, evet şimdi hatırladım. Kusuruma bakmayın uyku sersemiyim de biraz. Aklımdaydı aslında. Pekâlâ, 2 saate kadar çıkarım evden. Bu arada telefonumu size verdiğimi hatırlamıyorum?” adam gülerek “geldiğinizde tüm sorularınızı cevaplayacağımdan emin olabilirsiniz.” Ardından telefonu iyi günler dileyip kapattı. Kadın kalkıp her zamanki gibi hazırlandı. Oldum olası makyajı, topukluları sevmezdi zaten. Hazırlanması uzun sürmedi.                                                  
         Adresi bulmuştu ama burası bir evdi. Kapıyı çaldı evet doğru yerdi kapıyı o açmıştı. Sıcak bir karşılamayla eve davet etti. İçeri girince anlaşılıyordu her şey. Evin bir bölümü atölye olarak kullanmak için dekore edilmişti. “lütfen içeri buyurun” içerde sade ve beyazın hâkim olduğu geniş bir odada güzel bir kahvaltı sofrası hazırlanmıştı. Taze simit kokuları kapıya kadar geliyordu. “siz de beyazı benim gibi çok seviyorsunuz anlaşılan” dedi. “evet, öyle, beyaz saftır çünkü ve huzur verir. Resimde bile bu böyledir. Resmi parlatan bir renktir. Tıpkı gerçekte yaşamımızı parlatanlar gibi…” tekrar göz göze gelmişlerdi.
        Sükûneti bu kez adam bozarak onu masaya davet etti. Sakin bir kahvaltıdan sonra atölyeye geçtiler. Askılıkta asılı duran subay şapkası dikkatini çekmişti. “yoksa…?” “tam da o… “ dedi ve güldü. “sanırım bu şehirde subay olup resim yapan birileri de çok azdır.” Dedi ve birlikte güldüler.”bu arada telefonumu nasıl bulduğunuzu açıklayacaktınız yanlış hatırlamıyorsam.”adam bu kez yaramazlık yapmış küçük bir çocuk gibi muzipçe güldü ve ekledi:” aslına bakarsanız o işi çıkan arkadaşınız benim de çok yakın arkadaşım. Aynı hastanede çalıştığınızı öğrenince…” “sakın bana elinizi kendinizin kestiğini söylemeyin!” “hayır, hayır böyle bir şey yapmadım elbette. Sadece arkadaşımdan numaranızı istemiştim ve benimle de sizin ilgilenmenizi o kadar.”birlikte güldüler yine ve içeri geçtiler.
        Sakin bir atölyeydi burası. Rengârenk tablolar,heykeller… hepsi çok güzeldi. Hani onunkilerden bile daha güzel de denebilirdi. O gün bütün gün çok eğlendiler. Kimi zaman o ondan bir şeyler, kimi zaman da diğeri ötekinden bir şeyler öğrendi. Çoğu kez gülüp eğlendiler. Akşam eve döndüğünde inanılmaz mutluluklar yaşıyordu. Sonraki günler de görüşmeye devam ettiler. Bazen o gidiyor bazen de o, hastaneye geliyordu ve o günler tüm yorgunluğunu unutuyordu. Birkaç kere de evine gelmişti.
         Evinde bir odayı o da atölye olarak kullanıyordu. Yerleri özellikle parke döşeli, duvarları resimlerle süslenmiş bir oda. İçinde melek biblolarından ve baykuşlardan bolca bulunan bir oda… Her zaman insanların kör ve batıl inançlarına inat bunu yapmayı seviyordu. Meleklerin eline mızrak tutuşturmuş ve arkasına da birer kuyruk eklemişti. Zıt olan her şeyi yan yana görmeyi çok severdi. Siyah ve beyazın birbirini resimlerde tamamlaması gibi görüyordu tüm hayatı. Bir köşede küçük bir sultan kanepesi vardı. Kimi zamanlar yorulup da o tatlı yorgunlukla ve düşlerle uyuya kaldığı bir kanepe. En sevdiği ve en çok mutlu olduğu zamanlar ellerini boya içinde gördüğü zamanlardı. Bu kanepede de bu şekilde sızmaktan zevk alıyordu. Hele de uyandığında gördüğü o ilk manzara tarif edilmez mutluluklar yaşatıyordu ona. Odanın 2 duvarı ve tavanının bir kısmı sadece kalın bir camdı. Eşsiz bir manzaraya bakan ve gökyüzünü alabildiğine görebilen...
        Evine ikinci gelişinde ona baykuş figürlü bir kolye hediye etmişti. İçini mi biliyordu bu adam? Ya da içine mi işliyordu mu demeli? Bir gün birlikte resim yaparken ona bir teknik göstermek için fırçayı tutmakta olan elini tutmuştu. Yazmaya yeni başlamış bir çocuğa yazmayı öğretir gibi fırçayı tuvalin üzerinde kaydırıyordu. Hiç rahatsız olmadı elini tutuşundan. Elini ona bıraktı ve fırçanın resimlerinin üzerinde nasıl bir yıldız gibi endamla kaydığını izledi. Tablo bittiğinde altına bir imza yerine iki imza attılar. Tablonun adını arkasına o görmeden kaydetti. “Aşkın Resmi”
        Bu gelmeler ve gitmeler hep devam etti. Gittikçe birbirlerine daha çok bağlandılar. Ama hiçbir zaman birbirlerine söylemeye cesaret edemediler. Zaten söylemeleri mi gerekiyordu ki? Her şey gidişatına göre gidiyordu zaten. Hele de gözler çoktan dilleri susturur olmuştu.
       Bir gün ilk kez bir insanın gözlerinin önünde öldüğüne şahit oldu. Ne yapmışlarsa da kurtaramamışlardı onu. O gün kendini derin bir kuyunun dibinde ve çaresiz hissetti. Tarifi imkansız hüzünler duyuyordu. İlk kez o gün canı resim yapmak ya da başka bir şey yapmak istemedi. Atölye yaptığı odanın bir köşesinde yere oturdu. Az sonra kapı çalıyordu. Kapıda o vardı birlikte içeri girdiler. Ama kadın hiç konuşmadı. Yere çöktü ve öylece oturdu. Adam da yanına oturmuştu. Birden hüngür hüngür ağlamaya başladı. Adama sıkı sıkı sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Adam da ona sıkıca sarıldı ve o gözyaşlarını omzuna akıtırken ona güç veriyordu.
        Bir süre sonra yaşlı ve kızarmış gözleriyle adamın gözlerine baktı ve “ beni sakın bırakma olur mu?” dedi. Oysa bu kez hüzünle karışık bir tebessümle “ bırakmak mı? Delisin. Hem doktor hem ressam bir daha zor bulurum. Yoksa bulur muyum sence? ” ve bu durumda bile onu güldürmeyi başarabiliyordu. Kimdi bu adam? Nerden çıkıp gelmişti hayatına? O yağmur, o kulübe, o broşür… hepsi ortaklar mıydı bu oyunda? Ama her kim ya da her neyse bu ona iyi geliyordu. Uzun zaman sonra ilk kez mutluluk denen o duyguyu içten tekrar hissedebiliyordu ya gerisinin ne önemi vardı ki zaten?
      O akşam balkondan o çok sevdiği şeyi, yalnızken tek huzur bulduğu ve her şeyi çocukken bunu yapmaya borçlu olduğu şeyi birlikte yaptılar. Yıldızları birlikte izlediler o gece. Gördüğü yıldızların isimlerini sayarken adam her seferinde biraz daha şaşırıyordu bunları bilmesine. Bazen isimlerle dalga geçip güldükleri bile oluyordu. Sabah gözüne vuran bir ışıkla uyandı. Başı onun omzunda uyuya kalmıştı meğer. Ve şimdi de güneş doğuyordu. Az sonra adam da kalktı. Birlikte o kızıl sultanın doğuşunu izlediler bir kez daha. Hayat ne garipti oysa. Bir geceyi bir ihtişamla bitirirken ardından bir güneş de kendi endamıyla her gün hiç gücenmeden yeniden doğuyordu. Tıpkı berbat dediğiniz bir günde hayatınıza doğan yepyeni bir güneş gibi.         


…. DEVAMI BELİRSİZ .
Efsûnkâr: “ hala sonunu nasıl getireceğim hakkında bir fikrim yok. Aslında bir çok fikir geçti aklımdan fakat bu hikayeyi o kadar içten hayal ederek yazdım ki bu sonları bu hikayeye yakıştıramadım açıkçası. Ya da ilk kez bir son canice geldi bana. Diğer hikâyeye yaptığımı buna yapamadım. Ellerim ihanet edemedi ruhuma. Belki de bu şekilde tatlı bir anı gibi kalması daha iyidir acı bir sondan. Ama sonunu gerçekten içten hissedebilip hayal ettiğimde de yazabilirim… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder