Uzun zamandır yazmayışım değil tek değişenler. Büyüyorum galiba ben. Bir insanın büyüdüğünün farkına varması fikri kadar saçma gelen bir şey yok derken hem de! Büyümenin yaş almak olmadığını öğrendiğime göre yeterince büyümüş sayılırım herhalde. Her ne kadar topuklu ayakkabılardan vazgeçmiş olsam da… Beraberinde sallandığı sarı, mavi, yeşil ve kırmızı salıncaklardan da…
Zamanla bana iyi geldiğini düşündüğüm her şeyden uzak kaldığımı, hepsine duyduğum bir yoğun açlık duygusuyla vahşice kavrıyorum. Elime aldığım kalemlerden dökülen sözcüklerin ne zamandır ruhumdan geçmediğini saymadım. Ya da o kalemin ruhumda olup bitenleri ne zamandır kâğıda resmedemediğini hiç fark edemedim. Çünkü o sıralarda yoğun denklem yükleri yüklemiştim sırtlarına. Belki yük aynıdır da sırt farklıdır. Çünkü hiçbir kalem ihanet etmedi bana. Onlara ihanet edip kaçan bendim koşuşturmacalarım uğruna…
Gözlerimi kapatıp her şeyden soyutlanmak, yer çekimine meydan okurcasına ruhumun havalandığını hissetmek. Mesela bir fanusun içinde çığlık çığlığa bağırmak istiyorum. İçimde bastırılmış ne varsa hepsini kulakları yırtacak kocaman çığlıklarımla kusmak istiyorum. Kelimeler değil haykırmak istediğim. Salt çığlık! Evet, bir fanusun içinde; çünkü kimseye duyurmak istemiyorum tek bir tınısını.
Kapkaranlık odalara girip göğüs kafesimi iki elimle yırtarak dışarıya büsbüyük ışınlar fırlatmak istiyorum. Rengarenk, yüksek parlaklıkta ama göze hoş gelmekten çok, karanlığa alışan gözleri kör edecek, görene huzur vermek yerine çığlıklar gibi önüne geleni yakıp kül edecek olan… Evet, bir karanlık odanın içinde; çünkü kimseye göstermek istemiyorum tek bir parıltısını.
Kırık camlarla dolu bir zemin üzerinde, yalın ayak, üzerimde tiril bir elbiseyle ve gözlerim kapalı yürümek istiyorum. Ayaklarım kanayana dek, düşüp tüm ince tenimi kâğıt gibi yırtmasına izin vermek istiyorum. İçimdeki duygu yığınlarını dışarı akıtırcasına.
Sonsuz kere ağlamak istiyorum, sanki dünya yaratıldığından beridir tüm denizler kurumuş da benim ağlamamla dolacakmış gibi… Okyanuslarca ağlamak istiyorum, içimdeki zehir zemberek şeyleri hıçkırarak. Gözlerimden bulutlar hiç eksik olmasın ki arkasından doğacak kahverengi bir güneş de hiç olmasın istiyorum…
Huzurdan vazgeçmek belki bir çaresizlikti ama ben hüzünden de vazgeçtim. Hüznü güzel yaşamayı, ruhumun damağında bıraktığı yağmur sonrası toprağımsı kokunun tadını unuttum ben. Bir zamanlar peşinden koştuğum yaprakları görmeyi unuttum ben. Her şeyi öylesine derine gömmeye alıştırdım ki kendimi, gözyaşlarının kalbi arındırdığını, bana huzur veren pek çok şeyi unuttum ben… Kendimi unuttum ben…
Yelkovandan düşen ilham perilerim ile aramız kötü mü değil mi bilmiyorum. Hani bir anda iletişiminizin koptuğu yakın arkadaşlarınız vardır ya, ne zaman ve nasıl görüşemediğinizi hiç hatırlamadığınız; tam da böyle oldu sanırım ilişkimiz. Ne ben aradım sordum ne de onlar… Ama ilk satırlarımda vefa borçlarını ödeyeceklerine eminim. Bu da öyle bir gönül bağı bizim, yazar unutur ama ilham perileri affeder. Noktanın virgüle amansız ve saplantılı tutuluşuna bile gülümseriz bazen dedikodularımız arasında. Sahi ne oldu o Nokta’ya? Hala yana yakıla beni mi arıyor büyük bir kinle? Ben görmedim uzun zamandır, ya siz? Ben yokken buralar sizdeydi zira… Siz demişken, sevgili boş beyaz sayfalar, hala öylesine duru ve güzelsiniz ki… Şarkılarıyla denizcileri ölüme sürükleyen deniz kızları gibi, yazarları ölüme sürüklercesine yazdırırsınız…
Ateş olmayı isteyen bir gözyaşı vardı. Büyük hırslarla bezenmiş, egosu yağmurlardan büyük! Aşkla baş etmeyi öğrenebildi mi sahi? Ben henüz öğrenemedim çünkü ve kendisinin bana bir sonbahar gecesi muhabbet borcu var, yastık masasında uykuyu mey diye içtiğimiz şu hayal mehtaplı gecelerde…
Son olarak, sessiz bir kadın vardı hani, sustuğunda çok şey anlatan… Peki ya o, konuşmaya başladı mı?
Efsûnkâr

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder