Altın kalem kağıda döklünce, kağıt kalemden daha değerlenir.

8 Ekim 2015 Perşembe

HAYIR KISKANAMAM ÖZELİM BEN


Ben onun gözlerinden düşen bir damlayım. Rengim, kokum olmayabilir ama somut bir şey arıyorsanız tadım olduğunu ekleyebilirim. Biraz tuzlu ve hafif kekremsi… Ama bana sorarsanız da acıdır. Benden çok sebeplerim önemlidir aslında. Ama öylesine düştüm ki onun gözlerinden, bana sebep olanlar bile böylesine düşemedi gözünden…
Bazen anlayamıyorum onu, aslında çoğu kez anlayamıyorum ve bakacak olursanız anlama yeteneğim de yoktur pek. Bazen hiç susmadan hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Ona yetişemiyorum bile böyle anlarda ve pınarlarımın kuruduğunu hissediyorum, ölüyorum adeta. En ilginci de, bazen tam yolculuğuma hazırlanıyorum ki, bir de bakıyorum öylece kapı eşiğinde kalmışım gözlerinin, kirpiklerinin arkasından etrafı izliyorum. İzin vermiyor gitmeme. Uzun bir süre gözkapaklarının kepenkleri bile inmiyor, olur da düşerim diye.  Sanırım bu anlarda, boğazında da düğümleniyor  bilmediğim pek çok sözcük. Onlar da yolculuğa hazırlanıp yanlış anonsmuş gibi tıkışıyorlar dudak kapılarına.
                Gözyaşı diyorlar bana. Ne kadar da basit bir kelime. Gözün ıslaklığını betimliyor sadece. Oysa tüm bu iki kelime dışında neleri betimlediğimin farkında bile değil kimse. Rengimin olmayışı bile bundan. Mesela beyaz olsam hemen kirlenirdim, siyah olsam hemen görülürdüm. Saklanılması gereken bir şeymişim ben. Bu yüzden rengim olamaz benim.  Özelim ve gizli bir sırrım ben… Yüzünün her kıvrımını avcumun için gibi bilirim. Süzülebilirim en dik yamaçlarından… Atlayabilirim en yüksek uçurumlarından… Ve sona doğru, bir şelaleymişçesine düşerim çene kemiklerinden… Çok profesyonelim vesselam.
                Her atomumda saklanmış bir acı ve arkasındaki kocaman hikayeyi taşıyabilirim. Kimsecikler duyamaz, dokunamaz onlara… Ama,ama… Kalbe dokunanlar vardır ya hani, onlar yükümü hissedebilir… Fakat onlardan da pek kalmadı şu zamanlarda, ya da olan da zaten benim sebebimdir ve kendi yükünü ellerime kendisi tutuşturmuştur. Böyle de riyakar olmamalı insan!
                Hem su olup hem de ateş olmayı nasıl ister bir gözyaşı. Ben ateş olmayı o kadar çok dilerdim ki. Yükümü bir kıvılcımda yakmayı, cennet gibi olan renkli göz vatanımdan beni sürgün edenleri yakıp yıkmak isterdim. Güçlü olmayı ve her acıyı ellerime tutuşturanların ellerini de yakmak isterdim. Güçlü olurdum o zaman… Sıcağından korkup, vatanında bırakmak için tanrıya yalvardıkları bir güç… Ya su, su olmak? Kalp kumsalına yazılmış her şeyi bir dalgayla düzeltip hiçbir iz bırakmamak… Koskoca bir yağmur ve selin getirdiği dalgaların ardından sahildeki yazılmış her şeyi silip köşeye çekilmek… Gösterilmekten utanılan biri olmak… Gündüzün parlaklığını bile layık göremedikleri bana, geceyi  ve karanlığı layık görmek… Hayır hayır bu güç değil, bu güç olamaz. Bu olsa olsa temiz bir kalbin, tıpkı canını yakmak istemiyormuşçasına, onu üzen kişinin saçını bir tutam çekmesine benziyor. Dövdüğünü zannederek gururunu ayakta tutup, bir yandan da acıdığı vicdanıyla rahat kalabilme durumu… Ah şu bizim budalalar, ne kadar da acizleştiriyorlar beni… Halbuki ya, ateş öyle mi? Keşke ateş olsaydım…
                Doğumdan ölüme hep varımdır ben. Elimde damladan bavullarım göz çukurumda bir emir beklerim. Göçebe bir hayatım vardır benim. Sahibimin ilk duygusallığında hazırlanır, kirpiklerin arkasında esen olay rüzgarlarını hissederek hareket emrini beklerim. İlk emirde kızağımla kaymaya başlarım göz altı kapağından ve de bazen köz kenarlarından… Zor bir iş olduğunu söylemeliyim. Çoğu zaman olay rüzgarlarına, şiddetli anı tipileri de eşlik eder. Bu anlarda yolumu kaybetmemek için çok emek sarfederim. Çünkü yüküm daha da ağırlaşır… En kritik noktalardan, ölüm tehlikemin dahi olduğu yerlerden biri ise kağıttan bir sayfadır.  Çene kemiği engelini başarılı geçemezsem, doğru kavisi yapamaz isem düşüveririm… Öylesine yüksekten, öylesine sert bir zemine düşerim ki, her harfin uçları batıverir etime. Ve mürekkep çamurunun, daha ilk kokusunda nefes alamam. Sevmiyorum buraları… Çok kasvetli oluyorlar… Ve de oldukça kalabalık. Bu kadar kelimenin gürültüsü içinde sağır olmamak elde değil.
Düştüğümde, üzerime saplanan ilk harfin uzun çizgisi ile yere yığılırım… Ayağa kalkacak gücü dahi bulamam. Kağıt zemine yayılırım. İşte bu kez mürekkep bataklığına batmış olurum. Buralarda bir bataklığın üzerini örten sahte çiçekler gibi kelimeler vardır. Genellikle bağlacı, edatı çok olan. Neden hep böyle denk gelir bilmiyorum ama çoğu kez böyledir durum. Hiç bitmek bilmeyen “ama, ama, ama…a….a….” sarmaşıkları, “ve ve ve, v…” yosunları… Hepsinden tiksiniyorum. Jübilemi yapamadan rezil olduğum bir yer burası… Ha, ne demiştim size, ateş olmak! İşte ateş olsam, buralarda kılıbık bir damla olup süzülmek yerine, o sevemediğim geveze kelimelerin hepsinden kurtulmuş olurdum!
                Zaten o da, onlara benden daha değerlilermiş gibi davanıyor. Önemsemiyor beni. Peçeteden gemilere bindiriyor tekrar yolluyor beni uzaklara… Halbuki onlara öyle mi? Yazıp yazıp yok olmalarına izin bile vermiyor. Sonra üstüne bir de güzel renkli cafcaflı kıyafetler giydirip, klasörlere kaldırıyor. Kimi zaman başkalarına okutup övgülerini topluyor. Ya ben? Tüm yükünü çeken ben? Daha göğsünün üzerine bile düşmeme izin vermeden paketleyip attığı ben… Göstermek bir yana, tüm gecenin karanlığında tutuyor beni. Gözlerinin arkasında sakladığı bir kaçışım ben. Alt tarafı bu… Ama bir ateş olsam, ah bir ateş olsam böyle mi olurdu? Parıl parıl parlardım tüm karanlıkta… Alev alev yakardım düştüğüm yeri… Ah pek bir güzel olurdu doğrusu…
                Bir defasında, göz topraklarından çıkmam için her zaman verdiği hüzün vizesinin aksine mutluluğu verdi. O gün ilk defa beni görmelerine izin verdi. Bu, bu tarif edilemez bir heyecandı. Akışkanlığım titriyordu adeta. İlk kez sahneye çıkıyordum izleyicimin olduğu. Katı mı sıvı mı yoksa hepsinden öte gaz mıydım ben? Hepsini şaşırdım!  İlk bir afalladım, inkar edemem fakat onda da sanatımı ustaca gösterdim. Büyüdükçe değişiyor mu ne? Umarım öyledir ya da şöyle demeliyim: Umarım artık akıllanıyordur hüzün konusunda…
                Ah bir bilseydi ateş olduğumda nasıl heybetli ve güzel olacağımı, o zaman direk izin verirdi o olmama. Onu hüzünden kurtaran bir kahraman olup uzun bir süre emekliye çıkabilme imkanını bana bir verseydi!
                Neyse ki benle uyumayı öğrendi. Yastığına süzüldüğümde artık bunu umursamıyor. Hatta seviyor beni. O lanet olasıca kâğıtlar da olmuyor o anlarda üstelik. Hem onlar gibi budalalar içeriden gelmenin ne demek olduğunu bilemezler. Alt tarafı birer kağıtlar hepsi  bu(!) İstesem ,iste..,ist… Her neyse, ne demiştim? Hah, doğru! Önemliyim ben ve de özel… Ah bir de şu aşkla baş etmeyi öğrenebilsem de, su oluşum bir işe yarasa diyorum bazen.  Ama ateş işte o, ateş! Bir dakika, …. Doğru ya ben de suyum… Söndürebilirim onu! Çığlıklarına dek duyabilirim ölüşünün.  Ah, ne de safmışım ben, beni söndüremezler oysa…  Ama ateş olmak? Kahretsin ki söneceğimi bilsem bile güzel işte!
               

                                                                                                  Efsûnkâr