Altın kalem kağıda döklünce, kağıt kalemden daha değerlenir.
26 Mart 2014 Çarşamba
GÖZ SOYAN DUYGU HIRSIZI
Gönderen
Efsûnkâr
Gözler farklıdır... Ruhlarımızı ele veren en büyük suç delilleridir onlar. Rengi ya da şekli değildir onları farklı kılan; bakarken içindeki duyguları, yaşadığı filmi bir projeksiyonmuşçasına göz perdelerine yansıtmasıdır. Ya da daha doğru bir tabirle yansıttığı film kareleridir.
Gün içerisinde gözlerinde kendi film şeritleri akan binlerce insan var sokaklarda, metroda, yolda, otobüste, okulda… Arada bir takılıveriyor kirpik oltalarım bu gözlere. İster istemez sorguluyorum pek çok şeyi. Sonra devam ediyorum yenilerini yakalayamaya… tam karşımda oturan orta yaşlı kadının gözlerine çaktırmadan bakıyorum. Sanki çok gizli bir şey yapıyormuşum, sanki tüm mahremiyetiyle o an onun yaşamını izliyormuşum gibi bakışlarımı kaçırarak bakıyorum. Bıkmışlık var gözlerinde, yorgunluk… sonra gözüm ellerine kayıyor ve parmaklarından birinde alyansını görüyorum. Puzzle tamamlanmaya başlıyor adeta. Seviyor eşini belli. Çünkü hala demin kilidini açmakla didiğindiği telefonun ekranında duruyor gülümseyen donmuş bir pozuyla. Ama buna eminim ki, fazlasıyla yorgun… hani belki de bir fırsat verseniz, “hadi tek başına dilediğini yapacağın bir gün sana!” deseniz koşuşturacak çocuk gibi. Lamba cininden diğer iki dileğini istemeden hem de… hayat planı hesaplamaları olmaksızın bir gün! Nasıl bir rahatlık?... Şundan da eminim ki; o günün sonunda bu fırsatın uzaması için de yalvarmayacak. Rahatlık adımları yerine sevgi kokusunun izinden gitmeye devam edecek…
Koştur koştur okula yetişmeye çalışırken ayağımın takıldığı taşın yanında oturan çocuk… Hafifçe güldü halime, kızmamdan korkarcasına. Yok olurcasına çekik gözlerimle gülümsedim ben de. O zaman farkettim gözlerindeki sıkılmışlığı. “Biri gelse de konuşsam, oyun oynasam!” bakışını attı bana. Hani ona da “al, bu oyuncak senin istediğin kadar oyna” deseniz mutluluktan havalara uçacak. Ama gün sonunda da patlağı bir bantla yamalanmış tozlu topunu isteyecek…
Altgeçitten geçerken merdivene oturmuş minik bir çocuk… önünde açtığı bir karton ve üzerinde üç beş bozukluk, hani şu çoğu insanın sırf kendi sevap puanlarını bonuslamak için fırlattığı o işe yaramaz metal parçaları… ve benim gibi yüreği dayanamamış olanların utanarak bıraktığı bozukluklar… göz göze geliyorum o an. Hüzünle bakan bir çift göz… bir dram filmi gösterimde bu perdelerde. Hayatın vurduğu tokatın yarattığı o ısıyla ısınmaya çalışan, oluşan pembeliği makyajmışçasına saf ve masum yüzlerinde taşıyan ve hala umutla bakan bir çift ela göz… hani “tut,tut da elimden beni de götür!” diye haykıran… “kalk, yollar senin, bugün senin. Dilediğince ye iç!” dileğini verseniz o ela gözler hüngür hüngür ağlayacak. Ama yine sonunda yanıbaşında dilenen kendinden birkaç yaş büyük dostunu anımsayıp varsa içinde biraz vicdan, özleyecek… Özleyecek… hem de deliler gibi…
Yokuştan inerken yolun tam ortasında dikilmiş şu kadın. Giyiminden ve makyajından belli biraz da ne işler yaptığı… etrafa bomboş gözlerle bakarken onca kalabalığın içinden benimkilere takılıveriyor gözleri. Gece uyumadığı her halinden belli kırmızı bir çanak içinde bekleyen o yemyeşil gözler… tüm yaptığı şeylerden bıkmış. Kafesinden kurtulmak için kendini kafesin dikenli tellerine binlerce kez vurmuş gibi. Öyleki, boğazındaki hafif morluk, bileklerindeki bandajlar açıkça itiraf ediyor bunu. Öyle uzun bakmış olmalı ki gülümsüyorum hafiften. Gerçekten gülümsüyor sanki. Öyle içten… “sağol küçük kız, sağol… bana bile gülümsediğin için!” diyor gözleri kendini ufaltırcasına. Hani “bugün özgürsün. Dilediğini yap!” deseniz topuklularının yüksekliğine bakmadan kaçacak oradan. Ama biliyorum, kendini hiçbir zaman affedemeyeceği için ertesi gün yine o kaldırıma oturup, tanrının onu unuttuğu konusunda fikrini değiştirmeyecek. Ve ona inat, aynı günahları yapmaya bu kez nefretinden devam edecek…
Yanımdan insanlar geçmeye devam ediyor. Ya da ben onları sollamaya… sol omzumu hafifçe çarptığım o peçeli kadın… bir an ne olduğunu anlamaya çalışıyor ve saniyeler içinde yoluna devam ediyor. O kısacık lahzanın içinde, bedenini boydan boya, baştan aşağıya kaplayan kapkara çarşafının altında, yüzünün tamamını örten ve yalnızca bir tülün arkasına gizlenmeye çalışılmış gözlerini yakalıyorum. Ürkek bir çift göz, sanki kalabalıktan korkuyormuşçasına bakıyor bana. Gözlerinde itaatkarlık var. Boynunu büküp kabullenmek zorunda olduğu pek çok şeye kendinin de farkında olmadan nasıl alıştığı var. O kadar belli ki hemen yanında duran ve onu çekiştiren o adamdan başka kimseye güvenemeyeceği… ya da hiçbir şekilde bunu denemeye ya da ona karşı gelmeye hakkı olmadığı gerçeğini kabullenişi… hani “Bugün seni rahat bırakacak. Dilediğince giyin, gez, konuş! Tutma sözcüklerini dil peçenin altında!” deseniz içini dökmeye başlayacak, kendine dahi haykıramadığı her şeyi bir bir anlatacak. Ama eminim ki gün bittiğinde, tıpkı alıştığı gibi ve tek güvendiği o adamın eteğinden çekiştirip dilediği yere götürmesine müsaade edecek…
Ayakkabıma kaçan çakıl taşını çıkarırken oturduğum bankın hemen yanındaki masmavi bebek arabasının içinde kikirdeyen ufaklık… saatim dikkatini çekmiş olacak ki gözlerini alamıyor ondan. Bunu görüp de yaptığım istemsiz bir şaklabanlığımdan sonra gözleri gözlerime odaklanıveriyor bir anda… o kadar büyük bir masumiyet var ki içlerinde. Henüz filminin fragmanını bile çekememiş… gülümserken onun minik gözleri de ufalıveriyor. Ellerini uzatıyor benimkileri tutmak için. Maviş gözlerinde insana huzur veren bir sihir var adeta. Ona dilek olarak “bugün istediğin kadar şeker çikolata yiyebilirsin!” deseniz bebek arabasını kendi itecek neredeyse. Ama biliyorum ki gün sonunda önüne sunduğunuz herşeye rağmen annesinin otoriter de olsa o sevgi dolu sesini duymak için ağlayacak…
Ben bugün pek çok insan gördüm herkes gibi. İstemsizce gözlerimle tanıştım hepsiyle. Çoğunun hayatının bir sahnesini izleme fırsatı buldum perdelerinde. Duygularının mahremiyetine aldırmadan bir bir yüreğime yükledim hepsini. Şimdi oturup da klavye başına, cebimdekileri bir bir döküp satırlara işledim. Rengarenk ilmeklermiş gibi her bir duyguyu cümle kumaşlarına nakşettim. Belki bir hırsızım bu yüzden. İinsanların gözlerine bakıp içlerinden duygu çalan bir hırsız… suçumu inkar etmiyorum elbette. Ama ben yazmaya aç yazar, ilham perilerimi doyurmak için bu yollara düştüm. Rızkımı böyle kazanmaya çalıştım… söyleyin üç nokta mübaşirlerine, beni Efsûnkâr diye çağırsınlar. Zaten satır çizgilerinden parmaklıkların olduğu sayfa hapishanelerinde müebbet yiyeceğim belli. Bilemem okuyucu dediğiniz hakimim nokta idamımı verir mi? Ama nokta olmazsa sonum, bendeniz; duygu hırsızı olarak virgüllerimle özür dileyebilirim gözlerinizden. Lakin akacak gözyaşlarınızdan sorumlu değilim…
EFSÛNKÂR
3 Mart 2014 Pazartesi
YOSMA
Gönderen
Efsûnkâr
Hüznü satın alırım ben.
Mululuklarımdan verip hüznü satın alırım. Yoksa ilham perilerim aç kalır benim…
Gözyaşlarımla yıkar, mendillerimle örterim üzerlerini. Uykuya daldıklarında
kalemim derin nöbetini sessizliğe devreder. Kağıt ya hüznü taşıyamaz da
mürekkebini bulaştırmaya başlar avuçlarıma, ya da gülümseyeyim derken
köşelerini fazla kırıştırıverir. Öyleki okunamaz bir hal alır en sonunda…
Duygu hamalı
kağıtlar yaşlandıkça ve sarardıkça inlemeye başlar dokundukça. Dosya
hastanelerimin sedyeleri doludur her zaman. Bu yüzden çok kayıp vermişimdir çöp
mezarlıklarına… Ağlamadım arkalarından hiç. Çünkü kalemimden akan her damla
mürekkebin karanlığına gömdüğüm onca efsunlu kelimenin arkasına gizlerim
duyguların en lanetlilerini. Yazma ayinimde kalem kurbanımın mürekkep kanının
beni kurtaracağına inanmak… inanmak… evet, buna inanıp lanet kusmak gözlerden
kimi zaman… Uğursuz sözler mırıldanmak
hafızadan… ve belki de uğursuz bir şiire
yazıya dönüşmesine izin vermek… Sırf okuyana da aşılamak için bu zehri. Belki
acımasız, belki bencilce… Ama hüznü paylaşmak bencilliğimizin en güzel ironisi
değil midir zaten?
Çöp mezarlığına
gömdüğüm cümlelerin arkasından anılarına sayfalarca ağıt yazmak değil de nedir
tüm bunlar? Maktulunun arkasından ağlayan katillere dönmüşsem şarkıların da
suçu var! Melodilerin ruhuma işlediği her nakışta ilham perilerim canlandı.
Canımı yaktıkça nota iğneleri ilham perileri uçuşmaya başlıyordu baş ucumda. Ve
sonrasında hiç susmayan sesler, sesleri… ve ardından her sesin birer harf
olarak döküldüğü yeni sayfa meydanları… nokta kurşunlarının olduğu, virgül
mızraklarının can yaktığı ve oluk oluk üç noktanın aktığı bir savaş meydanı…
Harf askerlerimin bile artık birleşip kuramadığı ucuz ve bozulan cümlelerim…
derken bir sessizlik… Ne galibi çıkan ne de mağlubu olan zarari bir aklı fikir
savaşı ve yürek komutanının bile artık çaresiz kaldığı zaman, her şeye inat
ağlarım o zaman. Mutluluğa da hüzne de acıya da ağlarım işte… Yaptığı her şeyi
yakıp yıkan derbeder bir yosmadan başka bir şey olmuyorum o zamanlarda. Orhan
Veli’nin kaldırımlarda elinde gül taşıyan yosmalarındanmışçasına zihnimde sevgi
gülünü hala taşıyor olacağım. Merhamet kokusunu salarken etrafına, aşkın renk
verip parlattığı yapraklarının hemen altında duran intikam dikenlerine kaç
bülbülü kurban edecek kim bilir…
Bülbülünüzün gelmesinden önce dikenlerinizden kurtulmanız temennisiyle...
Efsûnkâr
Kaydol:
Yorumlar (Atom)

