Altın kalem kağıda döklünce, kağıt kalemden daha değerlenir.

13 Kasım 2017 Pazartesi

Limitsiz Düş Ülkeleri


“Pek tabii hoplayabilirdi topuklu ayakkabılar ve salıncaklara binebilirdi.”

Uzun bir aradan sonra ruhu maviliklerin karşısına çıkmayı, mis gibi havayı koklamayı hatırlamış ve kafasına estiği gibi ilk durakta bir anda inivermişti ayakları. Çetrefilli soğukların ardından Güneş bir gün olsun “Bugün mutluyum ve hepinize gülümsüyorum, alın bugünü sizlere bir kez daha armağan ediyorum!” demiş ve havayı bir bahar havasına çevirmişti. Kuşlar bile biyolojik saatlerini şaşırmış ötüşmeye başlamıştı. Yanından geçerken üzerine konan yaprakların düştüğü kızıl ağaçlar bile bir anlığına sanki çiçek açmak istiyor gibiydi. Bir an ağaçların yollarına yaprakları bir saygıyla döşediklerini düşünüp hafifçe gülümsedi. Sanki geçen her martı da selam verip yoluna koyuluyor gibiydi. Hafifçe eğilip reverans verdi, tabii ki kimsecikler görmeden. Bir metropoldü bu şehir. Etraf hınca hınç, hayalsiz, makineleşmiş insanlarla doluydu. Üzerine onlara ait bakışların yükünü almayı da hiç mi hiç istemiyordu.

Deniz kenarında bir kafede çok sevdiği salebini yudumlarken bir kedicik hemen yanındaki sandalyeye, adeta bir prizmadan sızan o incecik güneş ışığının altına yatıvermişti bile. Saatin kaç olduğuna bakmak için kaldırdığı kolunun üzerine, tam tepesinde kurulanmakta olan bir martının kanadından düşen tuzlu su damlacıkları isabet etti. Aynı anda anlaşmışlar gibi bir yandan da bir karga, martıların kalanlarıyla hararetli bir münazaraya girişmişti. Kim bilir yaşadığı yüz yıllık tecrübenin hangi birini anlatıyordu. Sahi, martıların haline bakılırsa çoktan dinlemeyi kesmiş yaramaz çocuklar gibiydiler.

Masaya oturduğundan beri etrafında uçuşan arı kim bilir neredeki çiçeklerin üzerinden gelip de misafiri oluvermişti derken bir kelebek üşüştü saçlarına… “Bugün biraz kalabalık bir meclisimiz var desene!” diye geçirdi içinden gülümserken. İçinden geçirdi, çünkü hep içinden konuşurdu zaten. Herkese günlük verilen kelime sınırıyla yaşadığı sıkıntılar vardı. Şu koskoca kalabalığın içinde yaratıcının ona bahşettiği bir özellik ile çatışıyordu yaşam. Sahi, alerjileri daha doğrusu bağışıklık sistemi bile ona tezattı ya, her neyse! Daha çok küçük yaşlardayken zihninde geçen her şeyi bir anda dile dökmeye başladı. Ama öyle ki herkes verilen kelime limiti ile günlük işlerini çok rahat halledebiliyor üstüne de bahşiş olarak üç beş sohbet edebiliyorken, onun tüm kelimeleri uyandıktan çok kısa bir süre sonra tükeniyordu. Günün kalan kısımları ise büyük bir sessizlik… Limitiniz dolduğunda ağzınızı kımıldatabilirdiniz fakat sözcükler dile gelmezdi. Bir süre bu şekilde denedi fakat günlük limitle sınırlandırılmaya alışmış insanlar, bu duruma alışık olmadığından hiçbir zaman anlayamadı onu. Sonunda bundan da vazgeçti… Deniyor, deniyor, deniyordu… Fakat doktorların da söylediğine göre zihninde kopan düşünce savaşları ve nöronlarında patlak veren o hayallerin bir sağanak gibi dile boşalmasına yetecek bir limit sistemi henüz kullanımda değildi. Zaten söylediklerine göre toplumda kendisi gibi olan çok nadir insanlar vardı ve bu yüzden bu mutant istisnalar için de büyük kaideler bozulamazdı. Ne de olsa küçücük bir kızdı o. Geçirdiği zamana bakmadan, her halükârda küçücük bir kız…

Gün geçtikçe daha az konuşmaya alıştırdı kendini ve en sonunda susmaya… Bulduğu bir yol vardı herkesten gizlediği… İçinden konuşmak. Sahi, istese de nasıl gösterebilirdi ki zaten bunu! Gün boyu kendisiyle yaptığı uzun sohbetler, çekişmeler ve hatta bazen tatlı sert kavgalar… Hepsi o ve onun olduğu dünyaya aitti. Kelime limitlerinin olmadığı ve içerisindeki insanların hiçbir şeyi yadırgamadığı… Kendisi ve hayal ettikleri…
Öylesine vazgeçti ki gerçekten dudaklarını kımıldatmaktan, üstüne reformdan sonra kısıtlanan işaret dilini bile unuttu. En yakın dostları kitaplardı. Birlikte dilediği kadar konuşabildiği dostları… Aynı zamanın insanları sohbeti birbirlerine bahşiş olarak görüyorken böyle bir devirde ne büyük bir zenginlik! Ya kitaplar da yasaklanan bir şey olsaydı (!).

Otobüste, metrolarda ve gittiği hemen hemen her yerde kitaplarını okumaktan bir an olsun vazgeçmezdi. Kendisine bir dilenciye verilmişçesine bahşedilecek bir başka dudaktan çıkma sözcüklere de ihtiyacı yoktu. Henüz şarkılar yasaklanmamıştı. Belli bir süreyi aşmadıkça… Metrodan indi ve kulaklıklarını takıp ikinci kez izole oldu içinde bulunduğu mekanik oluşumdan. Melodiler sanki bir müzik kutusunun içinden geliyormuş ve kendisi de o müzik kutusunun içerisindeymiş gibi bir hayal dünyası kurdu. Sağdaki kediye selam verdi, soldaki amca için “Büyük bir ülkenin kralı olmalı baksana, yoksa nasıl açıklanır bu göbekçik.” deyip yine içinden güldü. Yukarıdaki kuşlara “Bugün de kargomu getirmezseniz bozuşacağız ve sizi mahkemeye vereceğim.” diye çıkıştıktan hemen sonra ayaklarının altından akan çamurlu suyun köşede bir çamurdan adama dönüştüğüne emindi. Gökyüzünde yine çiçekler açmış, ayaklarının altında bir güneş doğmuştu derken günlük yürüyüş sona ermiş ve iş yerinin beton kapılarına gelmişti bile…

Zor toplantıların birinde bu hafta sunumu kendisi yapacaktı. Bu demek oluyordu ki uzun zaman sonra kelime rezervlerinin geri sayım yaptığına şahit olacaktı. Hararetli geçen bir sunum olmuştu ama beğenilmişti de. Yüzünde günün yorgunluğu ile bir kahve içmek için ani bir kanunname girdi biyolojik sistemine. Ayaklarını sürükleyerek kahvesini aldıktan sonra, alev alev yanan suratını bir an olsun sakinleştirmek için, eline geçen ilk kalemde toplayıverdi uzun saçlarını. Sakin yudumların arka planında ne muhabbetler dönüyordu zihninde... Bu kez biraz depresif bir melankoli hakimdi ortama. Bazı şairler girip girip çıkıyordu us sahnesine. Bir iki dörtlük mırıldanıp yerini bir ötekine bırakıyorlardı. Arada sarhoş roman karakterleri gelip tüm düzeni bozarcasına serserilik yapıyorlardı. Ama onlar da böyle yakışıklıydı be!

Açlıktan karnından gurultular gelen fakat züppeliğinden hiç taviz vermeyen bir karakterin yaktığı aforizmaların tam ortasında, gelişini hiç de farketmediği -zira o esnada paralel kendi evreninin hükümdarlığını sürmekteydi- bir karaltı yaklaşmış bir şeyler seslenmişti. Hafifçe kafasını kaldırıp karaltıyı oluşturan şeye baktığında bir anda şaşırdı. Gerçekten kendi hayal ülkesinden buralara karakterler atlayabiliyor muydu? “Nasıl da yorgunum şuna bak, adamı resmen bizim satırların içindekilerden sandım!”

Bir kez daha yineledi merhabasını genç adam ve ekledi: “Merhaba. Pardon, rahatsız ettim fakat yabancı sayılmam, aynı katta çalıyoruz.  Ben bu alanda yeni sayılırım da, acaba bununla ilgili birkaç şey sorabilir miyim?” Önce hayal dünyasıyla çakışmış gerçekliğin şokunu atlattıktan sonra bir de buna anlam veremedi bir süre ama nezaketen “Tabii.” dedi gülümseyerek. Adam yanına oturdu ve o andan itibaren işlerin genel gidişatı hakkında bildiklerini onunla da paylaştı. Adam konuştukça, beyninin arka taraflarında hala yüzünün ayrıntılarını süzüyor ve bir yandan da yine kendi içiyle konuşmaya ve bu durumun kritiğini yapmaya devam ediyordu. “Ne kadar da çok benziyor bizim yeleksiz ve düğmesiz ceketli kendini şair sanan serseriye…” Tam bu cümleden sonra bir anda gülmek istedi ama karşısındakine rezil olmamak ve yanlış anlaşılmamak için kendisini epey zorladı. Bu esnada da ekstra kızardı.



Karşısındaki sürekli bir şeyler anlatıyordu. Demek ki sözcük limitlerini kullandığı ekstra bir durum yoktu. Sahi sözcüklerin fonetiği ne de hoş geliyordu kulağına. Gözleri, gözleri de mi konuşuyordu ne? Artık pek çok sözü işitmiyor sadece bunları ve ayrıntıları düşünüyordu. Kalbi neden çarpıyordu ki sahi? Çok sıcaklamıştı ondan mı acaba? Evet evet ondandı, başka ne olabilirdi ki! Midesindeki o bir garip kıpırdanmalar da neydi? Ah, aç karna içtiği kahveden olsa gerek! Zaman da sözcükler de akmaktan vazgeçmiyordu. Lakin hava kararmış ve artık eve gitme zamanı gelmişti. İçinde ufak bir heyecanla, artık kalkması gerektiğini dile getirdi gözlerini kaçırarak. “Baktığınız yerde ilgili olduğunuz bakmadığınız yerde ise kesin ilgilendiğiniz bir şey vardır.” demişti bir yazar ya da buna benzer bir şey. Ama o bunu hatırlamadı sadece bir an evvel oradan hem uzaklaşmak istiyor hem de durup saatlerce o anda takılı kalmak istiyordu. Tam vedalaşmışlardı ki birden genç adam arkasından bir iki hızlı adım atıp “Sahi, kusura bakmayın, o kadar da konuştuk ama nasıl atladıysam kendimi tanıtmayı unuttum. Benim adım … ya sizin?” elini tokalaşmak için uzatmıştı. Kız, küçük bir stres anıymışçasına elini havadaki elle birleştirmek için kaldırdı ve dudaklarını kımıldatmaya başladı: “Ben” dedikten sonrası çıkmadı dudaklarından ve kızın yıllar sonra ilk defa sözcük limiti dolmuştu…

                                                                                                                                    Efsûnkâr