Uzun bir aradan sonra ruhu
maviliklerin karşısına çıkmayı, mis gibi havayı koklamayı hatırlamış ve
kafasına estiği gibi ilk durakta bir anda inivermişti ayakları. Çetrefilli
soğukların ardından Güneş bir gün olsun “Bugün mutluyum ve hepinize gülümsüyorum,
alın bugünü sizlere bir kez daha armağan ediyorum!” demiş ve havayı bir bahar
havasına çevirmişti. Kuşlar bile biyolojik saatlerini şaşırmış ötüşmeye
başlamıştı. Yanından geçerken üzerine konan yaprakların düştüğü kızıl ağaçlar
bile bir anlığına sanki çiçek açmak istiyor gibiydi. Bir an ağaçların yollarına
yaprakları bir saygıyla döşediklerini düşünüp hafifçe gülümsedi. Sanki geçen
her martı da selam verip yoluna koyuluyor gibiydi. Hafifçe eğilip reverans verdi,
tabii ki kimsecikler görmeden. Bir metropoldü bu şehir. Etraf hınca hınç,
hayalsiz, makineleşmiş insanlarla doluydu. Üzerine onlara ait bakışların yükünü
almayı da hiç mi hiç istemiyordu.
Deniz kenarında bir
kafede çok sevdiği salebini yudumlarken bir kedicik hemen yanındaki sandalyeye,
adeta bir prizmadan sızan o incecik güneş ışığının altına yatıvermişti bile. Saatin
kaç olduğuna bakmak için kaldırdığı kolunun üzerine, tam tepesinde kurulanmakta
olan bir martının kanadından düşen tuzlu su damlacıkları isabet etti. Aynı anda
anlaşmışlar gibi bir yandan da bir karga, martıların kalanlarıyla hararetli bir
münazaraya girişmişti. Kim bilir yaşadığı yüz yıllık tecrübenin hangi birini
anlatıyordu. Sahi, martıların haline bakılırsa çoktan dinlemeyi kesmiş yaramaz
çocuklar gibiydiler.
Masaya oturduğundan beri
etrafında uçuşan arı kim bilir neredeki çiçeklerin üzerinden gelip de misafiri
oluvermişti derken bir kelebek üşüştü saçlarına… “Bugün biraz kalabalık bir
meclisimiz var desene!” diye geçirdi içinden gülümserken. İçinden geçirdi,
çünkü hep içinden konuşurdu zaten. Herkese günlük verilen kelime sınırıyla
yaşadığı sıkıntılar vardı. Şu koskoca kalabalığın içinde yaratıcının ona
bahşettiği bir özellik ile çatışıyordu yaşam. Sahi, alerjileri daha doğrusu
bağışıklık sistemi bile ona tezattı ya, her neyse! Daha çok küçük yaşlardayken
zihninde geçen her şeyi bir anda dile dökmeye başladı. Ama öyle ki herkes
verilen kelime limiti ile günlük işlerini çok rahat halledebiliyor üstüne de bahşiş
olarak üç beş sohbet edebiliyorken, onun tüm kelimeleri uyandıktan çok kısa bir
süre sonra tükeniyordu. Günün kalan kısımları ise büyük bir sessizlik…
Limitiniz dolduğunda ağzınızı kımıldatabilirdiniz fakat sözcükler dile
gelmezdi. Bir süre bu şekilde denedi fakat günlük limitle sınırlandırılmaya
alışmış insanlar, bu duruma alışık olmadığından hiçbir zaman anlayamadı onu. Sonunda
bundan da vazgeçti… Deniyor, deniyor, deniyordu… Fakat doktorların da
söylediğine göre zihninde kopan düşünce savaşları ve nöronlarında patlak veren
o hayallerin bir sağanak gibi dile boşalmasına yetecek bir limit sistemi henüz
kullanımda değildi. Zaten söylediklerine göre toplumda kendisi gibi olan çok
nadir insanlar vardı ve bu yüzden bu mutant istisnalar için de büyük kaideler
bozulamazdı. Ne de olsa küçücük bir kızdı o. Geçirdiği zamana bakmadan, her halükârda
küçücük bir kız…
Gün geçtikçe daha az
konuşmaya alıştırdı kendini ve en sonunda susmaya… Bulduğu bir yol vardı
herkesten gizlediği… İçinden konuşmak. Sahi, istese de nasıl gösterebilirdi ki
zaten bunu! Gün boyu kendisiyle yaptığı uzun sohbetler, çekişmeler ve hatta
bazen tatlı sert kavgalar… Hepsi o ve onun olduğu dünyaya aitti. Kelime
limitlerinin olmadığı ve içerisindeki insanların hiçbir şeyi yadırgamadığı… Kendisi
ve hayal ettikleri…
Öylesine vazgeçti ki
gerçekten dudaklarını kımıldatmaktan, üstüne reformdan sonra kısıtlanan işaret
dilini bile unuttu. En yakın dostları kitaplardı. Birlikte dilediği kadar
konuşabildiği dostları… Aynı zamanın insanları sohbeti birbirlerine bahşiş olarak
görüyorken böyle bir devirde ne büyük bir zenginlik! Ya kitaplar da yasaklanan
bir şey olsaydı (!).
Otobüste, metrolarda ve
gittiği hemen hemen her yerde kitaplarını okumaktan bir an olsun vazgeçmezdi.
Kendisine bir dilenciye verilmişçesine bahşedilecek bir başka dudaktan çıkma
sözcüklere de ihtiyacı yoktu. Henüz şarkılar yasaklanmamıştı. Belli bir süreyi
aşmadıkça… Metrodan indi ve kulaklıklarını takıp ikinci kez izole oldu içinde
bulunduğu mekanik oluşumdan. Melodiler sanki bir müzik kutusunun içinden
geliyormuş ve kendisi de o müzik kutusunun içerisindeymiş gibi bir hayal
dünyası kurdu. Sağdaki kediye selam verdi, soldaki amca için “Büyük bir ülkenin
kralı olmalı baksana, yoksa nasıl açıklanır bu göbekçik.” deyip yine içinden
güldü. Yukarıdaki kuşlara “Bugün de kargomu getirmezseniz bozuşacağız ve sizi
mahkemeye vereceğim.” diye çıkıştıktan hemen sonra ayaklarının altından akan
çamurlu suyun köşede bir çamurdan adama dönüştüğüne emindi. Gökyüzünde yine
çiçekler açmış, ayaklarının altında bir güneş doğmuştu derken günlük yürüyüş
sona ermiş ve iş yerinin beton kapılarına gelmişti bile…
Zor toplantıların birinde bu
hafta sunumu kendisi yapacaktı. Bu demek oluyordu ki uzun zaman sonra kelime rezervlerinin
geri sayım yaptığına şahit olacaktı. Hararetli geçen bir sunum olmuştu ama
beğenilmişti de. Yüzünde günün yorgunluğu ile bir kahve içmek için ani bir
kanunname girdi biyolojik sistemine. Ayaklarını sürükleyerek kahvesini aldıktan
sonra, alev alev yanan suratını bir an olsun sakinleştirmek için, eline geçen
ilk kalemde toplayıverdi uzun saçlarını. Sakin yudumların arka planında ne
muhabbetler dönüyordu zihninde... Bu kez biraz depresif bir melankoli hakimdi
ortama. Bazı şairler girip girip çıkıyordu us sahnesine. Bir iki dörtlük
mırıldanıp yerini bir ötekine bırakıyorlardı. Arada sarhoş roman karakterleri
gelip tüm düzeni bozarcasına serserilik yapıyorlardı. Ama onlar da böyle
yakışıklıydı be!
Açlıktan karnından gurultular
gelen fakat züppeliğinden hiç taviz vermeyen bir karakterin yaktığı
aforizmaların tam ortasında, gelişini hiç de farketmediği -zira o esnada
paralel kendi evreninin hükümdarlığını sürmekteydi- bir karaltı yaklaşmış bir
şeyler seslenmişti. Hafifçe kafasını kaldırıp karaltıyı oluşturan şeye
baktığında bir anda şaşırdı. Gerçekten kendi hayal ülkesinden buralara
karakterler atlayabiliyor muydu? “Nasıl da yorgunum şuna bak, adamı resmen
bizim satırların içindekilerden sandım!”
Bir kez daha yineledi
merhabasını genç adam ve ekledi: “Merhaba. Pardon, rahatsız ettim fakat yabancı
sayılmam, aynı katta çalıyoruz. Ben bu alanda yeni sayılırım da, acaba bununla ilgili birkaç şey sorabilir miyim?”
Önce hayal dünyasıyla çakışmış gerçekliğin şokunu atlattıktan sonra bir de buna
anlam veremedi bir süre ama nezaketen “Tabii.” dedi gülümseyerek. Adam yanına
oturdu ve o andan itibaren işlerin genel gidişatı hakkında bildiklerini onunla da paylaştı. Adam
konuştukça, beyninin arka taraflarında hala yüzünün ayrıntılarını süzüyor ve
bir yandan da yine kendi içiyle konuşmaya ve bu durumun kritiğini yapmaya devam
ediyordu. “Ne kadar da çok benziyor bizim yeleksiz ve düğmesiz ceketli kendini
şair sanan serseriye…” Tam bu cümleden sonra bir anda gülmek istedi ama
karşısındakine rezil olmamak ve yanlış anlaşılmamak için kendisini epey
zorladı. Bu esnada da ekstra kızardı.
Karşısındaki sürekli bir
şeyler anlatıyordu. Demek ki sözcük limitlerini kullandığı ekstra bir durum
yoktu. Sahi sözcüklerin fonetiği ne de hoş geliyordu kulağına. Gözleri, gözleri
de mi konuşuyordu ne? Artık pek çok sözü işitmiyor sadece bunları ve
ayrıntıları düşünüyordu. Kalbi neden çarpıyordu ki sahi? Çok sıcaklamıştı ondan
mı acaba? Evet evet ondandı, başka ne olabilirdi ki! Midesindeki o bir garip
kıpırdanmalar da neydi? Ah, aç karna içtiği kahveden olsa gerek! Zaman da
sözcükler de akmaktan vazgeçmiyordu. Lakin hava kararmış ve artık eve gitme
zamanı gelmişti. İçinde ufak bir heyecanla, artık kalkması gerektiğini dile getirdi
gözlerini kaçırarak. “Baktığınız yerde ilgili olduğunuz bakmadığınız yerde ise
kesin ilgilendiğiniz bir şey vardır.” demişti bir yazar ya da buna benzer bir
şey. Ama o bunu hatırlamadı sadece bir an evvel oradan hem uzaklaşmak istiyor
hem de durup saatlerce o anda takılı kalmak istiyordu. Tam vedalaşmışlardı ki
birden genç adam arkasından bir iki hızlı adım atıp “Sahi, kusura bakmayın, o
kadar da konuştuk ama nasıl atladıysam kendimi tanıtmayı unuttum. Benim adım …
ya sizin?” elini tokalaşmak için uzatmıştı. Kız, küçük bir stres anıymışçasına
elini havadaki elle birleştirmek için kaldırdı ve dudaklarını kımıldatmaya
başladı: “Ben” dedikten sonrası çıkmadı dudaklarından ve kızın yıllar sonra ilk
defa sözcük limiti dolmuştu…
Efsûnkâr
Efsûnkâr
