Altın kalem kağıda döklünce, kağıt kalemden daha değerlenir.
18 Ocak 2016 Pazartesi
BİRKAÇ YERDE BİRKAÇ ŞİZOFRENİK BEN
Gönderen
Efsûnkâr
Bir siyah beyaz filmin içindeyim aniden. Bir deniz kenarında, soğuk bir kış günü bir bankta ve ayrılığın kıyısında oturuyorum. Arkadan da Müzeyyen ablanın sesi geliyor… “…Yazık olmuş o gözlerden, sana akan yaşlara… / ….Başımı dizlerinin yerine, dayasaydım taşlara…” Ah be, nasıl bir sestir bu?!
Birden yalpalayıp tüm sakarlığımla, zihnimdeki tozlu kutulara takılıp deviriyorum. Ortalığa eski püskü fotoğraflar saçılıyor. Kâh güldüğüm, kâh sinirlendiğim, kâh sevgiyle baktığım… Şarkı mı değişti Müzeyyen abla? “Fikrimin ince gülü…/…Demek ki senin içün aşk değil yalan idim, ah acırım o heder olan güzel yıllara…”
Melodiler sanki bir anne şefkatiyle yüreğimi okşuyor… “Üzülme, geçecek be çocuk…” diyor her seferinde. Ama geçmiyor be, geçmiyor işte…
Bir anda Agora Meyhanesi’nde bir tabureye çökmüşüm. Önümde bir yetmişlik, bardaklar yarım ve köşesinde bozuk bir ruj lekesi… Sol elim masaya yaslanmış bir çatalı tutuyor. Ucu peynire bulanmış. Müzeyyen abla? “Gamzedeyim deva bulmam, garibim hiç yuva bulmam… Kaderimdir hep çektiğim…” Peki ya ben ne zamandır içiyorum? Agora? Zaman ve mekan karmaşam sürüyor fakat bilemiyorum yarım şişeden mi tüm bunlar? Bu sefer boşlukta değilim… Bir çukura düşmüş gibiyim. Kalkamıyorum, sanki o kadar ıslanmış ki ruhumun kıyafetleri kalkıp da kanat çırpacak halim kalmamış. Büzüşmüşüm karanlığın köşesinde. Zihimin kuyularına düşüp düşüp çıkamıyorum. İçine yağdırdığım gözyaşı yağmurları yüzünden hüzün çamurlarıyla dolu bir bataklık artık. Susasam mutluluğa nolacak? İçebilir miyim bu çamurdan kana kana?
Büyük bir terastayım şimdi ve gece çarşafı sürülmüş gökyüzü perdesine. Üzerimde kırmızı bir elbise var. Saçlarım uçuş uçuş. Hafif bir sonbahar melteminde hafif bir ürperti… Topuklu mu sahi onlar? Avucum… Avucum sımsıkı ve acıyor. Yavaşça aralıyorum… Cam kırıkları, nasıl da kesmiş her yerimi… Damla damla sızıyor ruhum avuçlarımdan. Sahi gözlerimden düşen kadar çabuk öldürebilir mi beni? Sahnede yan oyuncu yıldızlar, yoğun bir kalabalık sokağın olduğu film sahnesinde, etrafta koşuşturan insanlar gibi… Baş rolde Dolunay var. Hiç birini umursamadan sahnenin sağında tüm ihtişamıyla duruyor. “Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen?...” Ama Cem Karaca söylüyor bu kez… Sahi, Cem abi sen nerden geld… Her neyse…
Virgülden kancalarıma takılan adi kokulu kelime etleri, birer cümle bedenlerine dönüşüyor… Kötü birer sergiymiş gibi, çırılçıplak, eciş bücüş mürekkep derileriyle dikiliyorlar karşıma. Nokta kurşunlarım işlemiyor hiçbirine. Üç nokta serilerim bile iflah etmiyor. Tüm kuyruklu uzuvları harfleriyle üzerime yürümeye devam ediyorlar. Geniş soru işareti ağızları ile attıkları kahkahaların altında sağır oluyorum. Tırnakları uzun alıntılar ile yüzümü çiziyorlar. İki nokta gözleri üst üste hep üzerimde… Tiksiniyorum yapacakları açıklamalardan… Acı kokuyor ağızları çünkü. Yaklaşamıyorum bir satırdan daha fazla… Sayfalarım birer zombi yuvası bu yüzden. Kalemimle kazdığım mezarlardan dirilttiğim, ağlamaklı ayinlerle saldığım… Kötü duygu ruhları öylesine büyülerle lanetliyor ki sayfaları... Bir okuyan daha olursa dayanamayıp kana kana suluyor onları… Daha da güçleniyorlar… Ele geçiriyorlar kalemimi. Hükmedemiyorum artık hiç birine. Ellerim koparcasına savaşıyorlar benle. Uzun gece harplerinde ağır kahve kaybından çöküyor gözlerim ve yavaş yavaş düşüyor tüm göz kapağı siperlerim. Ve yeniliyorum! Kirpikten kepenklerler iniyor. Ölüm gibi bir uykuya dalıyorum ve tüm hepsi haklarını helal etmediklerini söylemek için adeta bekliyor… Ben yala yalpa musalla taşıma, soğuk çalışma masama düşer düşmez… Üşüyorum ve savaş yerinde binbir cesedin içinde, kanın pisliğin içinde yavaş yavaş uyanan yaralı bir asker gibi uyanıyorum. Boynum tutuk, yüreğim buruk, gözlerimden fazla şeffaf kan sızmış. Her yanım ıslak. Burnum bile salmış kendini kollarıma… Saçlarım bitap yüzümü gizlemek için ne de büyük savaş vermiş. Sahi ona da kıymamış mıydık en son? Yavaşça çocuk mezarı yatağıma gidiyorum. Gaziyim bu gece de… Demek ki bininci hayat harbim hala bitmemiş. Anı ittifaklarım kalbimin sırtından bıçaklamış ve taraf değiştirmiş olsa da… Sahi, tek kalan müttefiğim yalnızlığım kazandığında ben de kazanmış sayılır mıyım?
Sabah… Gözlerim şişmiş, desene dün gece çok dayak yemiş geçmişten ama iyileşiyor demek ki… Açıldığı kadarıyla açıyorum yeni güne. Yavaşça başımda bir ağrıyla uyanıyorum. Hayır bir dakika… Başım değil ağrıyan. Sol tarafımda ve daha derinlerde bir şey. Kırık! Hafif doğruluyorum ve solmuş çiçekleri görüyorum masamda. Şimdi farkettim de kırık da değil… Tuzla buz…
Bir kahve suyu koyuyorum, malum dün çok kaybettim. Radyonun tuşuna basıyorum. Önce cızırtılar… Sonra masum birkaç melodi. İlaç kutum ajandamı alıyorum. Bugün alacağım ağrı kesiciye bakıyorum… Bu sefer yüksek doz almam gerek deyip iki günlük planı birden yutacağım diyorum bir bardak dolusu parayla, aç ruha. Bir antidepresan etkisiyle gülerim hem. Belki de kahkaha atarım fena mı olur? Bu günü de böyle atlatırım… Tamamdır! Geceleri ne verdiğim savaşlardan ne de vereceklerimden kimsenin haberi olmamalı. Zaten zor sığdırdım içime… Doluyum bir çocuğun sonsuzları kadar. Kapağımı açan olursa patır patır dökülüverir hepsi. Bir daha da sığdıramam!
İyiyim ben… Açtığım filmlerdeki şizofrenik karakterlere benziyorsam nolmuş? Ben ağrı kesicilerim ve maskelerimle idare edebilirim. Bir Fight Clup’ım. Akşama maçım var duygularım ve cümlelerimle. Ama kimsenin bilmesine gerek yok. Mutluluk vitaminlerini satın alamayalı epey oldu. Merdiven altı üretim diyorlar artık. Pek güvenemiyorum doğrusu… İyi kötü idare ediyorum işte…
Bir keresinde “seni seviyorum” da karşı kalpten karşı kalbe geçerken bir aşk çarptı. Kullanıcısı ağır acılıymış, görmemiş. Şairlerin kaldırıldığı bir hastaneye kaldırıldım araf denen. Burada zaman serumu takıyorlar hemen. İbreden damlalar çok ağır ağır, kırışıklıklarımdan süzülüyor ruhuma. “İyi gelecek ve bu sizi iyileştirecek.” Diyor elleri mürekkep kokan kader hemşiresi. Zihnimin yan odasında Özdemir Asaf kalıyor. Arada sohbet ediyoruz “ve bazen hayattır sevmek, birini çok uzaktayken bile yüreğinde taşıyabilmek.” Diyor bana hep. Odaya arada bir 19 yaş odamda kalan Cemal Süreya gelip: “Dilsizdir benim acılarım, konuşmazlar kimseyle, sadece benim canımı acıtırlar, hem de hiç hak etmediğim halde” deyip çıkıyor. O da büyük kaza atlatmış diyorlar. Oğuz Atay var, 20 yaş odasında. Ona arada ben gidiyorum. Serumuna bakıp bakıp “Zaman her şeyin ilacıysa, fazlası intihara girmez mi?” diye mırıldanıyor… Ha ben mi? Benim odam 21 yaş odası…
Velhassıl kelam, iyiyim ben bir diğer ben kadar. İyiyim, bir diğer “o” kadar… Hastaneden kaçtığım çok oldu itiraf etmeliyim ama uslandım. Sürekli anı kontrollerime gidiyorum... İyiyim işte… Şurda bir sigara yakıp tüttürmek isterdim işte. Önce derin bir nefesle çekip, tüm yaşanmışlıkları üflercesine bırakıp: İyiyim.
Efsûnkâr
Kaydol:
Yorumlar (Atom)