Kaç rüya perisi daha intihar edecek hayallerden? Kaç katman sonra yere çakılacak benliğimiz? Peri masallarında yaşıyoruz adeta… Kırk gün, kırk gece sayıklamak isimleri… Titrek bir mum ışığının altında, titrek dudaklardan dökülen birkaç efsûnlu sözcükten ibaretmiş gibi tüm yaşam. Gerçi sonlanınca anlatılacak olanların yanında, sahnenin sessizliğinde kapanacak perdeler de yok değil hani! Alkış alamadığında yalnızlığını anlayacak olan yaşam sahnesindeki en iyi oyuncular bile, birer ikişer emekliye ayrılacak zamanla. Tek fark kapalı salonlar yerine şimdi varsa birkaç saf yürekte anılacak adları. Elbette bir de o şaşmaz emeklilik belgesi musalla taşları…
Yaşıyoruz her anı, dakikayı, lahzayı… Akreple yelkovanın ucuna asılmış dönmekteyiz dörtnala günleri. Bırakırsak düşeceğiz adeta boluğa! Dönüp geriye bakmaya dahi zaman yok aslında. Geçmişin ağır rutubetli kokusu gelmeye başlamadıysa eğer burnumuza. Yüreklerimizdeki odalardan her rüzgârda gelen tahta gıcırtıları ne zamandan beri korkutur oldu büyümüş bedenlerimizi? Ne zamandan beri çocukluk deyip geçtiğimiz canavarlar süslemeye başladı aslında fark ettirmeden yaşamımızın bir köşesini? Adları ne zamandan beri eş dost olmaya başladı?
Onca insana değer veririz ki kendimizin yok oluşuna bile aldırmadan. Karşımızdakilerin hatalarına bir of çekmeden, oh dedirtmeyi de biliriz aslında. Fakat gel gelelim çemberin köşeleri gibi insan… Buzun ateşi, cenneti cehennemi, göklerin yeri, kedilerin kanadı gibi… Ölümün soğuk nefesi, sessizliğin çığlığı, gecenin gündüzü gibi… Adı üstünde insan: cennetten düşüp, yerdekini kovan kişi… Yasak elma yiyip, yaşamak için dilenen kişi… Beden kafesinin dikenlerinden bihaber çırpınan ruhlu kişi… Nihayetinde insan; aşk ateşinde kanadını yakıp, aşk-sarmaşık- sardığında bedenini bundan azap-lezzet- duyan kişi… Bir o kadar da vefasız, her muma aldanan bir pervana gibi sevdiğini bilmeden herkesi yâr sanan kişi… Sonunda da kalbi elden ele geçmiş, kendinden önce yıpranmış, genç yaşta kirlenmiş, sevda cevherinin bekâretini yanlış ellerde çoktan kirletmiş kişi…
Ne zamandan beri gönül çocuk yaşta Leyla’ya tutulup da genç yaşta kaçar Leyla’da savrulur oldu? Büyüyemeden henüz, ne kadar da çabuk kullandırır olmuşuz kalplerimizi de bu kadar basitleştirir olmuşuz aşkları? Ne zamandan beri genç yaşta kirletir olduk kalplerimizin bekâretini yanlışlarla? Yazık oysaki henüz önlerimizde onca yıl vardı yaşacak safça ve masumca... Uğrunda ölünen aşklar ne zamandan beri esatirde kalır olmuş? Yazık yaşanacak onca şiir vardı oysa isimsiz şairlerden! Dedim ya insan işte, özü sözü bir insan (!).
Upuzun bir sicim geçirilmiş her birimizin boynuna… Esaretten kurtulduğumuz o ilk gün anne karnından, hemen daha sağlamı eklenivermiş birden ince boyunlarımıza. Dedikleri gibi pamuk ipliğinden bir yaşam ipliği… Bedenler büyüdükçe ayaklarımız yerden kesilir olmuş. Sicim zamanla daralmaya başlamış. Ne zaman ki ayaklarımızın altındaki en sağlam dediklerimiz kayıp gidecek zamanla, işte o zaman gayri ihtiyari anlarız ki ölüm de yaşam da aslında takdiri ilahi…
İnsanoğlu zamanı ilerleyen olarak algıladı. Saniyeler durmadan bir bilinmeze aktı. Hala bilinmeyen geleceğe yaklaşıyor tik taklar. Her sesinde birer çığlık daha taşıyarak geçmişten. Her yeni yıla girerken birer misafir daha telli duvaklı gelinliğiyle gelir oldu saçlarımızın arasına… Birer çizgi daha doğurur oldu tenler… Birer halka daha eklendi göz meleklerinin harelerine! Ve bir yara daha kabuk bağlarken, bir yara daha kanamaya başladı yerinden. Doktoru da dermanı da, zehri de ölümü de, cefası da sefası da tek olan kapanmaz yaralar…
Mazisi de âtisi de yek dirhem iki sevdicek… Ya sevecek ya öldürecek… Zaman bu,ya güldürecek, ya söndürecek… Nihayetinde zamanı geldiğinde varsa birkaç omuzda taşıtıp, sessizliğe gömdürecek… Ardından ağıtlar yaktırıp, göz yaşı döktürecek… Aşığı da maşuğu da toprağa verdirecek! Kendisi de sözde feleğin çarkını döndürecek. Bilmez oysa elbet biri gelip onun da nefesini kesecek!...
Efsûnkâr
