Altın kalem kağıda döklünce, kağıt kalemden daha değerlenir.

19 Aralık 2011 Pazartesi

MEVLANA'YA

         Dikenli Gül Bahçesinde, Dünya Kafesinden Uçup Mâşuğuna Kavuşan, Her Ahrufunda Koparıldığı Sazlığa Kavuşan Tebessüm Sultanım,
         Bir kuş var ten kafesimde, ne kadar ten candan, can da tenden gizli kapaklı değilse de bu canı görmek için kimseye izin yok! Aşkın ateşinde de dervişten başka yanan yok! Bu biçare pervane aranır durur mumun ateşini lâkin kanadını yakmaya cesareti yok!
        Her kim olursam olayım gelmeyi istedim, olu bardakta gül yaprağı olmayı, geceden sonra esen her sabada Şems’imi bulmayı arzuladım eşiğinizde… Ne hamdım, ne oldum, ne de piştim. Ben hep  yeryüzündeki kuru bir çiçektim. “Bulutlar ağlamasa yeşillikler nasıl güler?” di. Gözler yaşarmasa bu çiçek nasıl meşk ederdi? Gönül vuslat olmadan nasıl huzura ererdi?
       Paramparça olmuş gönül hırkalarını dikecek terziler nerede şimdi? Yırtık hırka yoksa, orada ne gerek terziye? Mâşuk, aşığın zaten hep kırık gönlünde değil miydi? Varsın sizin gibi, düğün günü dikişsiz bir gelinlikle çıkalım yârin huzuruna… Lakin, gönül yarasını yamayacak âşık yok! Öyleyse neden gelmiyorsunuz kurak topraklarıma? “Bizi çekip ırmaklarınıza götürünüz!” diyen sizdiniz oysa! Belki ben, o ırmağın hepsini içemem ama bu kadar susuzken de içememezlik edememem. Öyleyse varsın kanatlar yansın, yürekler dağlansın, alevler bu cesedi sarsın! Semazenler bizim için nefes alsın, ellerini semaya açıp yalvarsın, bu gönl-ü Efsûnkâr için Hû’lasın! Ney’dir beni ancak anlayacak, sılası için feryat edip duracak…
     Kabuğum kırıktır belki, ama kabuğu kırık sedefe üzülmem, çünkü içinde yâre bir inci var. Sır sözüne ermek için söz kabuğunu yarmalı; size halimi anlatmalı, âşığın da yüzünü elbet saç, kalemimi de bir keder örter. Size olan özlemim kadehini kanatır. Bu gönlü mahveder…
     Şems’inizden ayrılınca lal oldu diliniz. Şeb-i Arus’ta mimlendi gözlerimiz. Âmâ biziz,, lâkin biz göremeyiz diye de âlem yok değildir!
      Şimdi bir şems gerek geceye, bir siz gerek gündüze, bir sevgili gerek kalplere… Tüm benliğime inat ağzı, şarabı verene açmak için gözlerde yaş, gönüllerde Şems olmak gerek. Sır perdesini aralamak gerek. Papağan gibi, gül yağı dökmüş bir derviş gerek… Asıl şimdi, ya olduğumuz gibi görünmek ya da göründüğümüz gibi olmak gerek!...
                                                                                   
                                                                                                   Efsûnkâr

ORHAN VELİ'YE

    İstanbul’u Gözleri Kapalı Dinleyen Şair,
    Şimdi İstanbul dinliyor sözlerinin çığlıklarını, harflerinin yalnızlığını gözleri kapalı… Belki sucuların çıngırakları duyulmuyor şimdilerde ama hâlâ elinde gül taşıyan yosmalar var kaldırımlarda…
     Sen Veli’nin oğlu Veli, bense efsûnun Efsûn’u… Şimdi İstanbul uykuda, bir ölünün yatağı sıcak ve hâlâ işlemekte kolumdaki saat. Gecenin sessizliğinde işliyor kalemim bir kâğıt üzerinde. Sana yazmak için en iyi zaman, şimdi… Yalnızlığa doyarak kimi zaman, kimi zaman hüznü içime çekerek seni hatırlamak…
      Denizi özleyemiyorum senin kadar. Gözümün önündeki her şey tanıdıklaşıyor. Ne kadar değişirse değişsin, ne kadar eskirse eskisin hep aynı hayalimde: iyot kokusu, deniz mavisi, yosun yeşili… Zihnimdekine dokundurmuyorum her şeyi ve kirlenmesine izin vermiyorum. Ben de aslında senin gibi İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı ve sanırım yine gözlerim kapalı izliyorum yaşamını.
      Yalnızlığın melodisi kulaklarımda tatlı birkaç nota aslında. Sanma ki çok da severim dinlemeyi ama iyi gelir ruhuma arada bir. Sana da iyi gelirdi aslında, ne kadar sevmesen de! Bilirim yalnız kalmasan çıkmazdı kavgan ve savaşamazdı şiir ülkelerinin sadık prensi mısraların… Hatta ortalık ne üç noktalara bulanırdı ki sonlanmayıp kâğıda karışan, ne de attığın nokta kurşunların, keskin virgül mızrakların yayılırdı sayfa meydanlarına…
       Ne kadar çok mısra vardır aklımızdan geçen ve güzelliğine hayran kaldığımız. Ben hepsini kâğıdı kalemi buluncaya dek unuturum aslında. Bulduklarımı da hazinem gibi saklarım zihnimde. Adeta mahremim olur kalırlar sessizce. Ama sen bir fırçayı saracak kadar cesaretlisin şiirini… üzerinde yiyip içecek kadar da cesur. Doğru ya yaşamak bedava, kelle başına hürriyet bedava(!)… Bedava yaşıyoruzdur bedava. Şiirinin hürriyeti de bu bedelle bedava.
       Sabahları uykulu gözlerle, bir o kadar da yorgun izliyorum Galata’nı, birkaç damla yağmurla lekelenmiş camın ardından. Yine bir iki mısra geçiyor gönlümden yazmaya hiç fırsat bulamayacağım. Ama sanki Galata Kulesi, zerrin bir kalem gibi denizden mürekkebini alıp, gökyüzüne yazıyor senin aşklarını,acılarını,hatıralarını… Tam yalnızlığını yazacakken bitiyor mürekkebi ve yeniden dalıyor maviliklere… Bu sırada martılardan virgüller takılıyor bulutlarına…
       Ben ağlarım sana inat. Sen ağlayamazdın oysaki. “Serde erkeklik var” dı senin için… kim bilir ağlasan daha mı az severdin denizleri, daha mı az aşık olurdun “edebiyat tarihçisi bulsun” dediğin isimsiz deniz kızlarına?
       Seni merak ediyorum demeyeceğim. Zaten seni soranlara da aynılarını söyleyeceğim: “Evvela adamdır o, sirk hayvanı filan değil/ burnu var kulağı var pek biçimli olmamakla beraber/ bir anne ile babadan dünyaya geldi” diyeceğim. Ama söz bana gelince şu sözleirni çalacağım: “Ne başımda bulut gezdiririm, ne de sırtımda mühr-ü nübüvvet” “Ne bileyim belki binbir huyum vardır amma ne lüzum var hepsini sıralamaya?” onlar da seninkine benzer.
       Şimdi tek dileğim ne biliyor musun? “Öyle bir yerde olmalıyım ki, ne karpuz kabuğu gibi, ne ışık, ne sis ne de karpuz kabuğu gibi… Yalnızca insan gibi…” Sanırım şu an en çok buna ihtiyacım var.
       Yanımda olsan hiç sıkılmadan anlatırdın hani şu “Kim görmüş ama kim?” dediğin kaçamak sevdalarını. Hatta kim bilebilir belki de “Geç bunları anam babam geç” demeden evvel şu anlatmadığın “Ruhumda Hicranın’ı söyletme hikayesi” ni de. İnan bana şimdilerde o kadar ucuz ki sevdalar, dedikodusunu bile yapmaya layık bulmuyorlar senin zamanındakinin aksine. Bilmem buna sevinir miydin (!)?
         Şimdi olacaktın da görecektin ününü. Tanımayan yok seni. Aslında çok utanıyorum bunu söylemeye lakin öldükten sonra anladılar değerini. Ama şunu bilmelisin ki en elzem şeyler kaybedilince değerlenir ve aslında hâlâ yaşadığı fark edilir. Şimdi yanımda olsan da, yalnızlığını içinde yaşayacaktın. Yine sokaklara pek çıkmayacaktın. Ama ne zaman ki deniz lafı duysan, suya susamış balık gibi koşturacaktın. Ve ben de ona kavuştuğunda gözlerindeki canlanışı izleyecektim usulca…
      Kıskanacaktım seni… Evvela yanımdayken herkesin seni tanıyor olmasından nefret edecektim. Sanma ki başarından kıskanırdım seni. Bilakis, sen benim şairimdin ve paylaşamazdım seni… Kalbimin, zihnimin mahzenlerine kapatmak isteyecektim seni. Hâlâ bile ne zaman mısralarını başka dudaklardan işitsem duvarlarını sağlamlaştırıyorum. İçten içe de o dudaklara kızıyorum. Nereden bilecekler onlar, sen benleyken? Ve bir gün senin yerine ben diyecektim “ Bir akşam uyudu, uyanmayıverdi” diye.
       Akşamları efkâr bastığında ruhunu, yanan bir lamba görecektim odanda. Seni buğulu dumanlar arasında ve masa başında bulacaktım. Sen efkâr olup yazacaktın, ben Efsûnkâr olup da dinleyecektim. Sabah güneşi doğduğunda “ Gerin bedenim gerin” i senin sesinden duyacaktım. Ne kadar ıspanağı sevmesem de seninle oturacaktım sofraya. Hatta belki de üzerinde yediğin bir kağıt parçasının köşesine üç beş mısra da ben düşecektim. Küçük bir çocuk gibi yetişecektim yanında…
       Ama sen bana ne seni tanıyıp yanına oturanları kıskanma fırsatı verdin, ne de o kağıda bir şeyler yazmayı… Olsun sen hâla benimlesin ve hâlâ o mahzende kalmaya devam edeceksin. Ben de kelimelerin kifayetsiz olduğu bir derde düşmeden, şarkıların bu kadar güzel oluşunu anlamaya başlamadan çıkmayacaksın da!
        Bende de bir yer var biliyorum, her şeyi söylemenin mümkün olduğu… Epeyce yaklaşmışım duyuyorum… Anlatamıyorum…
                                         
                                                                                                      Efsûnkâr